Monday, December 12, 2011

Ayna

Bu yıl yazdığım ikinci Asporia hikâyesi işte karşınızda.
Asporia ve Arleon hakkında bilgi edinmek için öncelikle Asporia geceleri  isimli gönderimi okuyabilirsiniz.


---


Eğer kendinize ait bir şatoya sahip olabilecek kadar olağanüstü bir güç bulunuyorsa elinizde, sizin elinizdekini almak isteyen düşmanlara da sahip olmanız kaçınılmazdır, gizli ya da açık. Düşmanlarınıza göz dağının verilmesi gerekir. Sizi ve ülkenizi yok etmeye yeltenmiş olanların artık hayatlarının geri kalanını yerin altındaki bir zindanda geçiriyor olduğu gerçeği, ordunuzun envanterindeki herhangi bir silahtan daha etkilidir.

İşte bu yüzden zindanlarınız vardır, düşmanlarınızı basitçe yok etmekten daha fazlasını yapmanız gerekir. Zerafet örneği şatolarınızın yer altı katları bu karanlık hapishanelere ev sahipliği yapar. Utandırıcı sırlar gibi yerin dibinde gömülüdür bu katlar, çünkü sürekli gözünüzün önünde bulunmasını istemezsiniz onların, ama yine de ihtiyacınız olduğunda erişilebilir olmalılar.

Karlı bir dağın tepesine inşa edilmiş Aslan İni de kasvetli yer altı katlarına sahip ihtişamlı şatolardan birisidir. Asporia'yı işgal etmeye kalkan mağlup liderlere, ülke sınırları içerisine girip korkunç suçlar işlemiş manyakların evidir bu zindanlar. Çok düşük sıcaklıklarda zamanın normalden daha yavaş ilerlediğini söylerdi Klox. Bu hiçbir zaman bilimsel olarak kanıtlanamadı; ama nedense, Aslan İni'nin merkezî ısıtmasının ulaşmadığı bu yer altı katlarında tutulan bir saatin, yüzeye çıkarıldıktan sonra diğer saatlerden daha ileri bir zamanı gösterdiği gözlemlenmektedir. Mâhkumların büyük bir kısmı büyücülük konusunda uzman olduğu için, bu zindan katlarında kendisinden başka herhangi bir büyünün yapılmasını engelleyen bir büyü etkin konumdadır (elektronik sinyaller için "jammer" neyse bu büyü de odur). Belki zindan katlarında geçen zamanın göreceliğinin nedenlerinden birisi budur, ama o bu jammer büyünün normalde böyle bir etkisi olmadığı da bilinmektedir. Kısacası, zamanın burada neden yavaş geçtiği bir sırdır.

Diğer şatoların zindanlarından farklı olarak, bu katların karanlık olduğu söylenemez. Her yer beyaz neon lambalarla aydınlatılmıştır, bu lambalar hiç sönmez. İçeride pencere diye bir şey yoktur (eh, yer altındayız), Asporia'ya kutup sabahı hakim olsa bile güneş ışığı buraya ulaşamaz. Zaman kavramının kaybolmasının nedenlerinden biri de ışıkların daima açık olmasıdır, siz hücrenizde uyumak isteseniz bile.

Elektronik kapılar ve güvenlik kameralarının yanı sıra, nöbetçi insan askerler de bu zindanın güvenliğini sağlamaktadır. Asporia'da normalde nöbetçi olarak insan kullanılmaz, silahlı androidler geliştirilmiştir bu iş için. Ama güvenliğin tamamının elektronik bir sisteme bırakılamayacağı bölgelerden birisi hapishanelerdir, özellikle de prensin yaşadığı şatonun içerisindeyse. Askerler, duvarları taşla örülü bu soğuk koridorlarda kendilerini sıcak tutmaya yarayan kalın, mavi bir üniforma giymektedir. Başlarını da koruyan bir kaskla birlikte, askerlerin vücut sıcaklığının korunması ve hapisten kaçmayı başarabilecek tehlikeli suçluların saldırılarından korunması sağlanır. Askerlerin ellerinde AK-47'lerle nöbet bekler, çünkü gerçekten de bu kadar ciddi bir güvenlik önlemini gerektirecek suçlulara ev sahipliği yapar bu zindanlar.

Dışarıda ay ışığının bile olmadığı bir kutup gecesinde (daha doğrusu, aylarca süren kutup gecesinin birkaç saatlik bir parçasında) Aslan İni'nin zindanının giriş kapısının önünde bekleyen iki tane Asporia nöbetçisi birbirleriyle konuşuyordu:

- Prens'i pek iyi görmüyorum bu günlerde...
- Hmm... Ben de. Kendisini kaybetmiş gibi. Bu gece de öyle, kapıdan girerken. Ama asıl sorun bence ne, biliyor musun?
- Hayır...

Bir süre sustular, zindanın derinliklerinden gelen bir ağlama sesini dinlediler, aşağıda hapsedilmiş yaşlı bir cadıya ait. Nöbetin tutulduğu giriş kapısına kadar ulaşan ses dalgaları ancak bir fısıltı kadar şiddetliydi. Ama zindana ilerleyen hol o kadar sessizdi ki, uzaktan gelen bu haykırış yine de duyulabiliyordu.


- Asıl sorun, Prens'i bizim görüyor olmamız.
- Ummm, anlamadım?
- Yani onun buraya sık sık gelmeye başlaması... Fark ettin mi bilmem, zamanının çoğunu burada geçiriyor. Buraya ülke işleriyle ilgilenmek için mi geliyor sence?
- Hayır.
- O olaydan sonra kendisini toparlayamadı. Yani ne bileyim, geçmişi hakkında fikir sahibi olmadığı güzel bir leydiyle ilişkiye başlaması, ona bağlanmaya başlaması... Sonra onun kılık değiştirmiş bir cadı olduğunu, kendisinin konumunu suistimal etmek için kılık değiştirdiğini öğrenmesi...
- Ama o olaydan sonra kendisini toparlamamış mıydı? Yani duyduğuma göre ana holdeki masasından günlerce kalkmadan ülkeyi yönetmeye devam etmiş, Şövalye Aria Vita'yla birlikte.
- Eh, görünüşe göre uzun sürmemiş.

Nöbetçiler sustu, aşağıdan gelen ağlama sesi birdenbire yerini tiz, çatlak bir çığlığa bıraktı. Üzerinize kızgın yağ döküldüğünde atacağınız türden korkunç bir çığlık.

- Tanrım, ne yapıyor böyle? Hiç böyle bir çığlık duymuş muydun önceden?
- I ııh..

Çığlık, yerini haykırışlara, hıçkırıklara bıraktı. Önceki ağlama sesinden daha şiddetli olduğu kesindi, askerlerin nöbet tuttuğu holde bile yankısı duyulabiliyordu cadının ümitsizliğinin. Muhafızlar sessizlik içerisinde nöbetlerine devam etti, birbirlerine bile bakmadan.

Kısa bir süre sonra holün kapıları açıldı. Arleon, lacivert pelerinine sarılmış, şatosunun zindanından sakin adımlarla çıkıyordu. Tek başınaydı, yüzünde poker oyuncularına özgü bir ifadesizlik vardı.  

Muhafızlardan birisi dayanamadı, "Efendim..." diye Arleon'a seslendi. Arleon durdu ve onu dinlediğini göstermek için başını muhafızın olduğu yöne çevirdi, göz teması kurmaktan kaçınarak. "Merakımı mâzur görün lütfen... Ama aşağıda ona en son olarak ne yaptınız? Hiç... hiç bu kadar kötü bir çığlık duyduğumu hatırlamıyorum, bu zindandan gelen."

Arleon birkaç saniye için duraksadı. "Yaptığım tek şey ona bir boy aynası tutmaktı. Ve gerçekte neye benzediğini ona hatırlatmak." dedi ve yürümeye devam etti.