İyi hissetmiyorum. Birkaç gündür öfke nöbetlerim iyice sıklaşmaya başladı. Sanırım kafeine olan bağımlılığım iyice artmaya başladı, günde iki koca bardak kahve içmeden kendimi rahat ve uyanık hissedemiyorum, ama kendimi çaresiz ve öfkeli hissetmeye başladığım saatler artış gösteriyor. Kafein ve alkolün zıt kimyasal tepkimelere neden olduğu bilinir, bana bazen ikisi de aynıymış gibi geliyor. Dün gece koca bir bardak soğuk kahveyi başıma dikdikten sonra şampanya içmiş Mathilda gibi hissettim. En azından alkolü azaltmaya başladım.
Yalnız olmadığım halde kendimi yalnız hissediyorum, ve bu da benim zaten var olan bir ilişkimi yok etmek üzere, tam da doruk noktasındayken. Beni kişiliğim, hayalgücüm ve zekam için de sevmesini isterdim, ama öyle bir insanın var olduğuna inanamıyorum. Sadece Lady Fantasy.
----
Biraz da çalışmalarımdan bahsedeyim.
Lady Fantasy demişken, yakın bir zamanda org kayıtlarımı yayınlayabilirim. Lady Fantasy'nin bazı sololarını henüz yeteri kadar iyi çalamıyorum, düzeltince yayınlarım belki.
Aklıma güzel kısa çizgifilm fikirleri geliyor, ama kendi çita adam çizimlerimle çizersem belki anca 10 kişi filan izleyip beğenir. Ama yine de deneyeceğim sanırım.
"Bilgisayar mühendisliğinde matematiğin çok önemli yeri vardır, matematiği iyi öğrenin" geyiği vardır ya. O geyik haklı. Özellikle de "ayrık matematiksel yapılar" dersi önemli. Henüz karşıma diferansiyel denklem bilgisiyle çözülecek bir mühendislik problemi çıkmadı belki, ama şu RPG'mdeki savaş ekranına takım elemanlarının dizilimini yapmak için karışık bir aritmetik formül çıkarmam gerekti mesela (hatta yazın üzerinde çalıştığım Pong oyunu için lineer cebir ve fizik bilgilerime başvurmuştum). Bir kurşun görseli oluşturmak için bir nokta karakterinin hareketinin formülü için de aynı şekilde kafa patlattım.
----
Bir filmi ilk izlediğiniz zaman biraz sevmeniz, sonra filmi yeniden izlemek istemeniz ve bu sefer filmi çok sevmeniz mümkün müdür? Mümkünmüş. Across The Universe'ü ikinci kez izledikten sonra çok daha fazla sevdim.
Ve itiraf etmeliyim, Across The Universe'deki bazı şarkıları, Beatles'ın orijinallerinden daha çok seviyorum. Orijinallerini tercih ettiklerim de genellikle Jim Sturgess'ın söyledikleri. Bazı şarkıların notalarını, notaların sürelerini kendisine göre yorumlaması kulağımı rahatsız ediyor ( aslında genel olarak bir şarkının cover'ı yapıldığı zaman notalarına sadık kalınmaması beni rahatsız eder). Özellikle Girl ve Revolution, acaba kimse "Abi şarkı öyle değildi ki, ne yaptın?" diye sormamış mı diye merak ediyorum.
Kısa bir süre önce keşfettiğim ve oldukça beğendiğim deneysel çalışma ürünü oyunlar:
(Bu arada, KongreGate üzerinde çalışan oyunlar için bir şey ekleyeyim: Sağ tarafta bir chat ekranı çıkıyor (ve genellikle Türkiye kanalına yönlendiriliyorsunuz), eğer chat ekranı sizi rahatsız ediyorsa hemen sağ üstteki soru işaretine tıklayarak Help ekranına gelin, çünkü özellikle Türkiye kanalı size "Ben bu sitede ne arıyorum?" dedirtebiliyor)
I wish I were the Moon
"Garip bir aşk üçgenini anlatan bir oyun. Deneysel bir çalışma ama sizi anında kendine bağlıyor. Oynaması oldukça basit, ekrandaki karakterlerin resimlerini çekip onları bulundukları yerden farklı yerlere taşıyabiliyorsunuz ve yeni yerleştirdiğiniz yerleri sizi oyunda farklı sonuçlara götürüyor. 7 farklı son bulunmakta ve hepsini bulmadan, en azından çoğunu bulup son kalan 1-2'sini de bunalana kadar oynayıp artık dayanamayınca bırakacağınız ilginç ve güzel bir oyun. Sizce en güzel son hangisiydi?"
Marv-indie'de gördüğüm bu oyunun açıklamasını da copy+paste edeyim.
En güzel son "I'm your moon"du.
I wish I were the Moon'un yapımcısının başka oyunlarına da baktım.
The Trials, 3 adet bulmaca içeren ve üstteki oyunla aynı oynanışa sahip bir oyun. Bu sefer fotoğrafını çektiğiniz nesneyi belli bir yere kopyalayarak bu 3 bulmacayı çözmeye çalışıyorsunuz.
Storyteller ise oyun değil de başka bir şey. 3 karakter ve 3 zaman dilimi var, ilk iki zaman diliminde karakterlerin yerlerini değiştirmeniz sonraki zaman dilimlerindeki olayları ve karakterlerin durumlarını etkiliyor. En güzel yanı da yaptığınız her değişikliğin sonucunu anında görüyor olmanız.
İlk zaman diliminin sol kısmı zenginliği ve mutluluğu, sağ kısmı ise fakirliği simgeliyor.
Ortadaki zaman diliminde şövalyeleri büyücülerin yanına taşıyarak şövalyelerin büyücüleri öldürmesini sağlıyorsunuz.
Ve şunu belirtmem gerek, "Zengin bir ortamda büyüyen insanlar iyi olur" mesajını pek sevmedim.
Night raveler and the Heartbroken Uruguayans da yine insan ilişkileri üzerine söyleyecek sözleri olan bir oyun. İnsanlar arasındaki zayıf bağları kesiyorsunuz ve insanlar, başka insanlarla daha sağlam bağlar kuruyorlar. Ama bu yaptığınız bazı insanların yalnız ve mutsuz kalmasına neden olabiliyor.
Zayıf olan bir ilişkiyi kesmek yerine bu ilişkiyi zayıflatan etkenlerin üzerine gidilmesi veya en azından başka insanlarla sağlam ilişki kurmayı engelleyecek halden çıkarılması daha doğru olmaz mıydı?
Daniel Benmergui'nin web sitesi Ludomancy yer imlerimde.
Sevdiğim başka oyunlar,
I Fell in Love With the Majesty of Colors'ta Cthulhumsu bir yaratığı yönetiyoruz. Oyunun yapımcısı, kendisini bu devasa deniz canavarı olarak gördüğü bir rüyayı oyun haline getirmiş. Dokunaçlarımızla etrafımızda gelişen olaylarla etkileşime giriyor ve bir takım kararlar veriyoruz (mesela denizde sürüklenen bir çocuğu kurtarıp kurtarmamak gibi) ve bu da oyunun sonunu etkiliyor. Oyunun en sevdiğim özelliklerinden birisi de sözlü betimlemelerin tıpkı bir Lovecraft eserindekiler gibi olmasıydı.
Spelunky de bağımlısı olduğum bir platform oyunu. Indiana Jones triplerine girip hazine arıyoruz. Oyunun mekanikleri oldukça başarılı.
Oyunun en ilginç özelliği, her bölümün random olarak generate edilmesi. Oynadığınız hiçbir bölüm bir öncekinin aynısı olmuyor, sadece bazı öğeleri ortak oluyor (mesela ilk bölümlerde yerden aldığınız zaman üzerinize bir kaya yollayacak tuzağı etkinleştiren büyük hazine yüksek ihtimalle yer alıyor). Ve bu bölüm yaratımı işleminde öyle bir denetleme algoritması kurulmuş ki, bu oluşturulan bölümler, bitirilmesi imkansız bölümler olmuyor. Amatörce yazılan bir random level generator'da çıkış kapısının ulaşılamayacak bir yerde konumlanması gibi abuk durumlar ortaya çıkabilirdi, ama Spelunky'de buna rastlamadım.
Ama oyunda rahatsız edebilecek bir şey var: Bazı bölümlerde kurtarılmayı bekleyen kadınlar oluyor, kadınları birer item gibi taşıyıp götürüyoruz, bölüm sonunda da kurtardığımız kadınlar, elde ettiğimiz ganimetlerin (loot) arasında görülüyor. Sonra kadın bizi öpüyor ve canımız bir birim artıyor. Dahası, oyunun ilerleyen bölümlerinde item satan tüccarların mallarından bazıları da bize hayat öpücüğü veren kadınlar. Aklıma Mehmet Kentel'in Oyunlarda Anlam Arayışları köşesinde yazdığı bir yazıyı getiriyor kadınların bu oyunda bu şekilde kullanılması.
Biraz uzun bir yazı oldu, uzun süredir okunmaya değer pek bir şey yazmıyordum.
Tuesday, January 27, 2009
Monday, January 19, 2009
Yapamayımcı günlüğü
Bu günlüğün bir yapımcı günlüğü olması gerekiyordu, ama genellikle kendimi nasıl kötü hissettiğimden bahsettim. Blogun ismini ve renk temasını değiştirmek istiyorum, çünkü artık kendimi kötü hissetmiyorum. Birkaç gün önce bahsettiğim kopukluğu bile atlatabildim, sınavlarım bittikten sonra yeniden ailemle ve arkadaşlarımla iletişim kurabilmeye ve güzel vakit geçirebilmeye başladım. Ay başındaki neşemin yerine geldiğini söyleyebilirim.
Blog sayfamın ismini Kasım'ın Son Günü Dondurma Seven Adam yaptım. Tuhaf bir isim olduğunun farkındayım. Gizli bir anlam aramayın (Lucy in the Sky with Diamonds gibi), bloga sıradışı bir isim vermek istedim ve aklıma 2008'in Kasım ayının, canımın dondurmalı tatlı çektiği ve o dondurmalı tatlıyı soğuk havaya rağmen yediğim son günü aklıma gelen bir kısa film adı geldi.
1 aylık bir tatile girdim. Tatilde yapmak istediğim şey, şu an hakkında bilgi vermek istemediğim RPG oyunumu bitirmek, Düşnehri'ni ilerletmek ve ikinci yabancı dil olarak İtalyanca öğrenmek. Bu yaz ablamla İtalya'ya tatile gideceğiz; şu anki İngilizcemiz ve turistlerin bilmesi gereken İtalyanca kalıplar tatilimiz için yeterli olacaktır ama ben yine de ikinci bir yabancı dilin faydalı olacağını düşünüyorum.
TÜRKÇEYE
Bugün güzel bir C programı yazdım. Türkçe karakter yazdırmanın zor olduğu ortamlardan birisi de konsol uygulamalarıdır. Standart input-output kullanan bir C programında printf'in içine yazacaklarınız "Lutfen sayiyi giriniz", "Hatali sayi" gibi Türkçe karakterler içermeyen metinlerdir. Eğer bu konuda titizseniz printf("Hatal%c say%c",141,141); örneğindeki gibi, Türkçe karakterlerin ASCII karşılıklarını elle yazarsınız. Herbir Türkçe karakterin ASCII karşılığını bulmak ve string'in içine herbiri için teker teker "%c" yazmak zorundaydınız.
"Türkçeye " isimli bu ufak programım sayesinde konsolda yazdırılmasını istediğiniz metni Türkçe karakterlerle yazıp, bu metni yazdıracak printf fonksiyonunu "turkce.txt" dosyası içerisinde elde edebiliyorsunuz (mesela programı çalıştırdığınız zaman verilen talimatı elde etmeniz için gereken printf("Yazd%c%c%cn%cz C program%cn%cn konsola yazd%craca%c%c T%crk%ce karakter i%ceren metini yaz%cn", 141,167,141,141,141,141,141,167,141,129,135,135,141); komutunu bu program sayesinde elde edebilirsiniz.) RPG'm için kullanışlı olacak.
(devamını birazdan yazacağım)
Blog sayfamın ismini Kasım'ın Son Günü Dondurma Seven Adam yaptım. Tuhaf bir isim olduğunun farkındayım. Gizli bir anlam aramayın (Lucy in the Sky with Diamonds gibi), bloga sıradışı bir isim vermek istedim ve aklıma 2008'in Kasım ayının, canımın dondurmalı tatlı çektiği ve o dondurmalı tatlıyı soğuk havaya rağmen yediğim son günü aklıma gelen bir kısa film adı geldi.
1 aylık bir tatile girdim. Tatilde yapmak istediğim şey, şu an hakkında bilgi vermek istemediğim RPG oyunumu bitirmek, Düşnehri'ni ilerletmek ve ikinci yabancı dil olarak İtalyanca öğrenmek. Bu yaz ablamla İtalya'ya tatile gideceğiz; şu anki İngilizcemiz ve turistlerin bilmesi gereken İtalyanca kalıplar tatilimiz için yeterli olacaktır ama ben yine de ikinci bir yabancı dilin faydalı olacağını düşünüyorum.
TÜRKÇEYE
Bugün güzel bir C programı yazdım. Türkçe karakter yazdırmanın zor olduğu ortamlardan birisi de konsol uygulamalarıdır. Standart input-output kullanan bir C programında printf'in içine yazacaklarınız "Lutfen sayiyi giriniz", "Hatali sayi" gibi Türkçe karakterler içermeyen metinlerdir. Eğer bu konuda titizseniz printf("Hatal%c say%c",141,141); örneğindeki gibi, Türkçe karakterlerin ASCII karşılıklarını elle yazarsınız. Herbir Türkçe karakterin ASCII karşılığını bulmak ve string'in içine herbiri için teker teker "%c" yazmak zorundaydınız.
"Türkçeye " isimli bu ufak programım sayesinde konsolda yazdırılmasını istediğiniz metni Türkçe karakterlerle yazıp, bu metni yazdıracak printf fonksiyonunu "turkce.txt" dosyası içerisinde elde edebiliyorsunuz (mesela programı çalıştırdığınız zaman verilen talimatı elde etmeniz için gereken printf("Yazd%c%c%cn%cz C program%cn%cn konsola yazd%craca%c%c T%crk%ce karakter i%ceren metini yaz%cn", 141,167,141,141,141,141,141,167,141,129,135,135,141); komutunu bu program sayesinde elde edebilirsiniz.) RPG'm için kullanışlı olacak.
(devamını birazdan yazacağım)
Etiketler:
c türkçe karakter printf türkçeye
Friday, January 16, 2009
Arleon
Saat sabah sekiz. Dört saat sonra sınavım var. İyi geçeceğini sanmıyorum, ama yine de sakinim. Tüm akşamım ve gecem sinirli bir şekilde geçti, öfkelenmem için ortada önemli bir somut neden yoktu yine. Ama şu an sakinleştiğimi hissediyorum. Arleon gibi hissediyorum.
İç çatışma geçiriyorum.
Hatırladığım kadarıyla eskiden Arleon ve Kayıp Kişi vardı. Son yarım yıl ise Arleon ve Ahmet var.
Arleon gurur mavisidir, Ahmet ise kıskançlık yeşili. Arleon sevdiklerini mutlu etmek ister, Ahmet sevdiklerinin kendisini mutlu etmesini. Arleon bilge ve kibardır, Ahmet ukala. Arleon Across The Universe'tür, Ahmet'se Helter Skelter. Arleon The Night and the Silent Water, Ahmet'se Advent. Arleon Malibu, Ahmet sek votkadır. Arleon sağlıklıdır, Ahmet hasta bir akla sahiptir, kendi sahip olamadığı mutluluğunuzu kıskanır.
Ahmet olmak istemiyorum.
İç çatışma geçiriyorum.
Hatırladığım kadarıyla eskiden Arleon ve Kayıp Kişi vardı. Son yarım yıl ise Arleon ve Ahmet var.
Arleon gurur mavisidir, Ahmet ise kıskançlık yeşili. Arleon sevdiklerini mutlu etmek ister, Ahmet sevdiklerinin kendisini mutlu etmesini. Arleon bilge ve kibardır, Ahmet ukala. Arleon Across The Universe'tür, Ahmet'se Helter Skelter. Arleon The Night and the Silent Water, Ahmet'se Advent. Arleon Malibu, Ahmet sek votkadır. Arleon sağlıklıdır, Ahmet hasta bir akla sahiptir, kendi sahip olamadığı mutluluğunuzu kıskanır.
Ahmet olmak istemiyorum.
Thursday, January 15, 2009
Kopuk
Birkaç gündür kendimi kopuk hissediyorum. Dostlarımdan, ailemden, hayattan.
Farklı bir zaman ve mekan düzlemine aitmişim gibi. Tarafımdan izlenilmeyi bekleyen Léon ve Kubrick'in Lolita'sının yeni çekildiği, The Beatles'ın yeni şarkısı A Day In The Life'ın BBC tarafından reddedildiği aynı bir yıla aitmişim gibi. Hayır, bunun sebebi arkadaşlarımın 2000'li yıllara ait şeyler hakkında konuşması değil, şu an sevdiğim şeyler hakkında konuşsalar bile kendimi bir şeylerden kopmuş hissediyorum.
Şu an çalışmam gereken önemli bir finalim ve bitirilmesi gereken bir ödevim var, ama kafamı toparlayamıyorum. Son birkaç haftadır kendimi bulutlarda hissediyorum, sanırım mutluyum, ama son günlerde düşüncelerime o kadar çok dalmaya başladım ki hayallerim ve anılarım dışında her şey bana yabancı gelmeye başladı. İlaçların böyle bir etkisi olabilir mi, iç dünyama öylesine dalmak ki dış dünyanın yabancılaşması? Sarhoşluğa benziyor.
Wednesday, January 14, 2009
Karanlık düşünceler
Finallerim bitiyor. Normal kapasitemin yarısı kadar çalıştığımı, normalde tam puana yakın not alabileceğim bazı sınavlarımdan da bu yüzden ancak ortalamanın biraz üstünde not alacağımı itiraf etmeliyim. 2-3 haftadır kafamın bulutlarda dolaştığını hissediyorum, kendimi düşüncelerim arasında sürüklenirken buluyorum. Ağırlaştırılan ilaçlarım yüzünden belki?
Kendimi uyanık dünyada tutabilmek için içtiğim her bardak kahvenin, beni uyanık tutma pahasına saf kahve siyahlığı bulutları da yanında getirdiğini hissediyorum. Hayır, eskisi gibi etrafı yakıp yıkmak isteyecek şekilde değil belki, ama yine de kendimi "artık bir önemi kalmaması gereken şeyler"e öfkelenirken buluyorum.
Düşnehri'nin, yapımını bırakmak zorunda kaldıktan sonra hissettiğim gibi 'dahice' bir eser olmadığı gerçeğine bugün tekrar başına oturduktan sonra anladım. Aileme korkunç şeylerden uzak duracağımı söylemiştim, ama zaten birkaç gün önce Half-Life 2 için yapılan korku temalı modları merak edip birkaçını indirip oynadım zaten. LitN'ın neden bu kadar başarılı olduğunu anladım, çünkü korkudan anlamayan bir sürü insan korku temalı eser vermeye çalışıyor, sonuç olarak da ortaya zombilerin üzerine patlayıcı variller bırakarak savaştığımız Cthulhu temalı modlar çıkıyor (Modda terk edilmiş bir eve giriyoruz. Evin içerisindeki bir bahçede bir ağaca boynundan asılı ölü bir çocuk var, ama oraya geldiğimiz zaman ne bir cutscene devreye giriyor ne de cesedi inceleyebiliyoruz. O asılı çocuk sadece dekor olsun diye konulmuş. İlk bölümün asıl korku teması, evin karanlık bir katındaki zombi sürüsü. Neyseki evin garajında dizi dizi dizilmiş patlayıcı variller var ki zombileri halt edebiliyoruz. Kollarımızın ve elimizin HEV suit ile kaplı olduğunu söylemiş miydim, yapımcılar bir takım elbise kolu kaplaması yapmaya tenezzül etmemişler. Ve bu Cthulhu temalı (?) mod "Vay canına, çok korkutucu!" gibi yorumlar almış. Belki ilk bölümden sonraki bölümler öyleydi, bilemiyorum, çünkü sonra modu sildim). Düşnehri dahice korkunç değil, ama yine de 'başarılı' gidiyor.
Yaptığımın yanlış olup olmadığını bilebilseydim keşke. Yüzü parçalanmış karakterimi gördükçe üzülmek ile rahatlamanın birleştiği tuhaf bir eksene dokunuyorum.
Kendimi uyanık dünyada tutabilmek için içtiğim her bardak kahvenin, beni uyanık tutma pahasına saf kahve siyahlığı bulutları da yanında getirdiğini hissediyorum. Hayır, eskisi gibi etrafı yakıp yıkmak isteyecek şekilde değil belki, ama yine de kendimi "artık bir önemi kalmaması gereken şeyler"e öfkelenirken buluyorum.
Düşnehri'nin, yapımını bırakmak zorunda kaldıktan sonra hissettiğim gibi 'dahice' bir eser olmadığı gerçeğine bugün tekrar başına oturduktan sonra anladım. Aileme korkunç şeylerden uzak duracağımı söylemiştim, ama zaten birkaç gün önce Half-Life 2 için yapılan korku temalı modları merak edip birkaçını indirip oynadım zaten. LitN'ın neden bu kadar başarılı olduğunu anladım, çünkü korkudan anlamayan bir sürü insan korku temalı eser vermeye çalışıyor, sonuç olarak da ortaya zombilerin üzerine patlayıcı variller bırakarak savaştığımız Cthulhu temalı modlar çıkıyor (Modda terk edilmiş bir eve giriyoruz. Evin içerisindeki bir bahçede bir ağaca boynundan asılı ölü bir çocuk var, ama oraya geldiğimiz zaman ne bir cutscene devreye giriyor ne de cesedi inceleyebiliyoruz. O asılı çocuk sadece dekor olsun diye konulmuş. İlk bölümün asıl korku teması, evin karanlık bir katındaki zombi sürüsü. Neyseki evin garajında dizi dizi dizilmiş patlayıcı variller var ki zombileri halt edebiliyoruz. Kollarımızın ve elimizin HEV suit ile kaplı olduğunu söylemiş miydim, yapımcılar bir takım elbise kolu kaplaması yapmaya tenezzül etmemişler. Ve bu Cthulhu temalı (?) mod "Vay canına, çok korkutucu!" gibi yorumlar almış. Belki ilk bölümden sonraki bölümler öyleydi, bilemiyorum, çünkü sonra modu sildim). Düşnehri dahice korkunç değil, ama yine de 'başarılı' gidiyor.
Yaptığımın yanlış olup olmadığını bilebilseydim keşke. Yüzü parçalanmış karakterimi gördükçe üzülmek ile rahatlamanın birleştiği tuhaf bir eksene dokunuyorum.
Friday, January 2, 2009
Thursday, January 1, 2009
Aslancık
Kendimi mutlu hissettiğim dönemlerden birisi. Belki ilaçlarımın dozunun artırılmasına borçluyum bunu, ama bunu "asıl hissetmem gereken şey" olarak görmeyi tercih ediyorum.
Ruh halimi anlatan bir şarkı seçmem gerekirse The Beatles'ın The Fool On The Hill'ini seçerdim. Sözleriyle değil ama müziğiyle (hoş, sözleri de beni anlatıyor olabilir). Bana Aslan Kral filmini ve Simba'yı hatırlatıyor bu şarkı. Kullanılan enstrümanların bunda etkisi büyük.
Bazen Düşnehri'ni, korku oyunu yapmayı özlüyorum. Özellikle son birkaç haftada aklıma öyle güzel fikirler geldi ki, eğer bunları güzel bir şekilde hayata geçirebilseydim kült bir yapıma imza atabilirdim. Ama oyunun hikayesinin temelini yaşadığım sorunlar oluşturuyor, beni üzen şeyleri sürekli kendime hatırlatmış olacaktım bu oyuna devam etseydim. Akıl sağlığım ile başarı arasında bir seçim yapmam gerekti sanırım.
Zaman kayması yaşıyorum. Kendimi 2009'da değil de 1960'larda, 70'lerde filan hissediyorum. Son zamanlarda dinlediğim şarkılar ve oynadığım oyunlar ve biraz da üzerinde uğraştığım şeyler bunun nedeni. Plazma dergisini okuyorum arasıra, 60'ların ve 70'lerin müziklerini dinliyorum, Commodore emülatöründe oyun oynuyorum, ilkel sayılabilecek kadar eski ama zevkli şeyler kodluyorum. Mesela sürekli hareket halinde olan bir sinüs grafiği kodladım, yılan gibi hareket ediyor, ilginç olan şeyse istemeden de olsa bir 3D havası vermiş olmam.
http://beskrajnost.com/gord10/sinuzitallegro.rar
Ve bir de Tombala simülasyonu yaptım. İlk başta basit bir tombala oyunu için kart yaratabilmek için bir C programı yazmıştım, sonra bu yazdığımı koca bir simülasyona çevirmeye karar verdim. Oyuncu sayısını kendimiz belirtiyoruz. "Oyun" diyemem, çünkü neredeyse hiçbir etkileşim yok.
http://beskrajnost.com/gord10/tombala.exe
http://beskrajnost.com/gord10/tombala.cpp
Bunu yazarken eski bir dostumu, Don'u online gördüm ve oyunum, projelerim hakkında filan konuştuk, iyice mutlu oldum : )
Subscribe to:
Posts (Atom)