Saturday, January 30, 2010

formspring.me

oyun yapmaktan ziyade kitap yazmayı düşündünmü hiç ?

Evet! Yapmayı en çok hayal ettiğim şeylerden birisi bu.

Bazen kendimi bir roman yazarı olarak hayal etsem de yazım yeteneğimin şu anki durumu ve benim ilerlediğim yol itibariyle bu hayalim gülünç görünüyor. Kısa hikayeler ve oyun metinleri bu açlığımı dindiriyor şimdilik.

Başka bir hayalim ise teknik bir konu hakkında kendim kitap yazmak veya İngilizce bir kitabı çevirmek/derlemek. Özellikle Türkçe ders kitapları konusunda yetersiz karşılanan bir talep gözlemliyorum, eğer günümüz piyasasındaki Türkçe kaynaklarla idare etmek zorunda kalsaydım başarılı bir öğrenci olmak benim için çok daha zorlayıcı olurdu. Sınıf arkadaşlarım için İngilizce kaynakları, ödevleri çevirmişliğim var, hakimiyet kurduğum konular hakkında iyi yazabileceğimi düşünüyorum. Zor olan şey, kitap yazabilecek kadar güvenilir bir insan konumuna gelebilmek.

Sorunuz.

Integrated Writing, Mükemmeliyetçilik, Fotoğraflar, Asterya

Bakalıım... Uzun bir günlük sayfası olacak, epeydir yazı biriktiriyordum. Bu yazının "Fotomanipülasyon, Hayvanların iyi ve kötü olması" kısmında nazaran daha ilginç bir konudan bahsettim, günlük kısımları sıkıcı gelebilir.

Oldukça iyi hissediyorum. Bir ayım ilgi duyduğum şeyleri yaparak geçecek/geçiyor. Dahil olduğum projelerin yanısıra kendiminkilere de vakit ayırabiliyorum.

Bu yeni biten dönem aldığım derslerim tamamını geçmişim, bu oldukça iyi bir haber. Elektronik Devrelerden kalmaktan korkuyordum, komik/ sevindirici/ üzücü olan şey Elektronik'ten aldığım notun Java' ("Nesne Yönelimli Programlama" dersin asıl adı) ve İngilizce'den aldığımla aynı olması.

Java'ya keşke daha fazla çalışsaydım. İngilizce'de de bir writing sınavım yaptığım bir mallık yüzünden çok kötü geçmişti: Reading ve writing'in birlikte olduğu normal sınavlarda gerçekten özenli bir yazı yazmaya vaktim olurdu hep, çünkü sınavın okuma kısmını hızlı yapabiliyorum. O sınav Integrated Writing'di: Önce bir makale okuyor, sonra o makaleyle ilgili (ki genellikle o önceki okuduğumuzun antitezi) bir şeyler dinliyor ve hemen bu ikisi hakkında bir makale yazıyoruz. Sınavın asıl önemli olan kısmı o dinleme bölümünü anlamak ve onu anladığımızı gösterebilmek. Dinlediğimin hiçbir detayını kaçırmadığımı söyleyemem, ama iyi bir yazı yazabilmem için gereken kadarını kesinlikle anlamıştım. Ve ben "Listening'i anlatmaya başlamadan önce readingte verilen önbilgileri vereyim, tam bir yazı olsun" diye düşündüğüm için başladım altruizmin ne olduğunu anlatmaya... Gözetmen hoca "Son 30 saniyeniz" dediğinde listening'i anlatmaya yeni başlamıştım, kendi kendime "Eheh, dakika yerine saniye dedi yanlışlıkla" derken sınav süresinin 30 dakika olduğunu hatırladım.

Dersi yeniden almayı düşündüm, ama bu cidden geçildikten sonra tekrar alınası bir ders değil. Neyseki diğer sınavlarım iyiydi, speaking'te o kadar güzel konuşabileceğimi düşünmüyordum.

Çalışmalar ve mükemmeliyetçilik

O rogue-like Battle Royale oyununu sanırım bırakacağım, kaynak kodlarını yayınlayarak. Hatırlarsınız, oyunu yaparken o kadar kötü bir program tasarımını kullanmıştım ki (sonradan alacağım Nesne Yönelimli Programlama dersinde öğreneceğim önemli şeyleri keşke önceden bilseymişim) Notepad++ bile kodlamayı daha zevkli bir hale getirmiyordu.
Geçen gün son bir çabayla (evet, bu çalışmaya devam etmenin kendisi için bile çaba harcamam gerekti) "acaba şimdiki yazılı olanlardan faydalanarak yeniden başlasam mı" diye baktım da, beni çok daha fazla heyecanlandıran şeyler varken bir rogue-like için bu çabayı harcamak bana vakit kaybı gibi geldi iyice. Kodların çalınmasından korktuğumu söyleyemem, eğer o yazdıklarımı düzeltip tam bir oyun olarak yayınlayabileceklerse helal olsun.

Mükemmeliyetçilik son zamanlarda aklıma daha sık bir şekilde gelen bir kelime. Daha doğrusu, asıl aklıma gelen "mükemmellizm" ve "mükemmelcilik" kelimeleriydi, o aklımdaki kavramın gerçek ismini öğrenmek için TDK'nın sözlüğüne bakmam gerekti (zaten "mükemmellizm" diye bir kelimenin var olması mümkün görünmüyor, o ayrı konu). İyi olan şey, -az ya da çok miktarda- sahip olduğum mükemmeliyetçiliğin bana gerçekten bir şeyler katabilmesi, benim bu kavramın gerçek ismini öğrenmiş olmam gibi. Kötü olan şey, Düşnehri'nde çok yavaş bir şekilde ilerliyor olmam, çünkü profesyonelliğinden şüphe duyulmayacak bir mizansene sahip bir korku filmiyle aynı kalitede bir oyun ortaya çıkarmak istiyorum. Ortada yayınlanacak pek bir şeyin olmaması (elimdekilerden yayınlayacağım ekran görüntüleri oyuncuların oyuna başladığı zaman hissedeceklerinin etkisini azaltabilir) beni iyice sabırsızlandırıyor (ama o beni korkutan şeylerin diğer insanları korkutamayacak, etkileyemecek olması ihtimali beni korkutuyor, o da var).

Bu mükemmeliyetçiliğimden kurtulmaya çalışıyorum. Uzun süredir yapmak istediğim bir şey vardı, hava karardıktan sonra okulumda "Şuranın da fotoğrafı ne güzel çekilir"likleri çekmek, etrafta fazla insan yokken. Geçen hafta bunun için uygun bir zamandı, çalışmamı gerektirecek finallerim bittikten sonra tripodumu kapıp (*) birkaç çekim yaptım. Hava yağmurluydu, etrafın karanlık olması da aynı yerde uzun süre beklemem konusunda bana cesaret vermiyordu (çekindiğim şey birinin gelip "N'apıyorsun o karanlıkta?!" diye sormasıydı, çünkü o fotoğrafını çektiğim sahnelerin benden başka çok fazla kişiye ilginç geleceğini sanmıyordum) .

Ve sonra eve gelip resimlere tekrar baktığımda onları tekrar çekmek istedim. Üstteki ağacın etrafı sisliydi, ama okulun gotik çirkinliğini fotoğrafa yansıtmayı başaramadım ("gotik çirkinlik" dedim de aklıma geldi, Arı Vızvızvız jingle'ıyla dalga geçmek için bir arkadaşım "Prozodi düşüşüne hayranım, çok gotik!" demişti, hatırladıkça gülerim). Böyle sisli ağaçları bir de akşamları Roma Hamamı'nın (bir açıkhava müzesidir Roma Hamamı) önünden geçerken görüyorum içeride, ama oraya hem mesai saatleri haricinde girilmiyor hem de tripod kullanarak resim çekmek yasak. Ulus ile Dışkapı'nın arasındaki bölgede olması da duruma pek yardımcı değil.

Eğitim Fakültesi'nin önündeki bu heykeli de çok severim. Hayır, o ağaçla aynı sebepten değil, Atatürk ve eğitimciler heykeli gerçekten çok güzel. Bu heykelin fotoğrafını o kadar güzel çekemedim. Ve bir de sonradan fark ettim, Atatürk'ün solundaki öğretmeni hatalı ışıklandırmışlar (daha doğrusu ışıklandırmamışlar, hata bu). Atatürk'e karanlık tavsiyeler veren bir karakter sanki.


Üsttekini öylesine çektim. Neden bilmiyorum, ama gözüme çok güzel göründü.

Ne diyordum, işte sonra o resimleri tekrar çekmeye gitmekten kendimi alıkoymam gerekti. Güzel fotoğraflar çekip Beneath the Ground'a yollayacaktım, yapacağım (yani o gün "yapacağım" dediğim, geçen hafta yaptığım) yeni fotomanipülasyonla beraber. Sadece manipülasyonu yollayacağım.

Fotomanipülasyon, Hayvanların iyi ve kötü olması



Manipülasyon da bu: Life isn't fair, is it? (Aslında "fan art" daha doğru bir kategorilendirme olur) Uzun süredir ürkütücü bir şey (o Düşnehri şeyleri dışında, onlar da ürkütücü değil zaten) yayınlamamıştım sanırım. Uzun süredir yapmak istediğim ama zama bulamadığım için yapamadığım şeylerden biriydi.

Resmi burada yayınlamamla veya BtG'ye yollamamla ilgili bir copyright sorunu yok.

Bunu yaparken aklıma gelen sorulardan birisi şuydu: Stargazers'taki ve He Lives In you'daki aslanlara baktığımızda şunu görüyoruz: Bunlar iyi aslanlar. Beslenmek için avladıkları canlılara karşı saygı ve minnet duymalarını bile bekleyebiliriz. Oysa benim kullandığım bu stok fotoğraftaki aslanı ilk gördüğümde "Bundan çok iyi Scar olur" demiştim, yüz hatlarının sağlıksız görünüşü filan (tamam, "sağlıksız" yanlış kelime olmuş olabilir, ama ne demek istediğimi anlamış olmalısınız). İyi aslanlar için kullandığım resimlerdekilerin sanki gerçekten iyilermiş gibi göründüğü konusunda hemfikiriz sanırım. Biz onları neden "iyi", "güvenilir" olarak algılıyoruz? Sanırım yüz ifadeleri ve renklerinden dolayı. "Yüz ifadeleri" ile kast ettiğim şey o canlının gerçekte ne hissettiğinden çok o gördüğümüz şeyin nasıl bir insan yüz ifadesine benzediği. Şu balinadan bir şer bekler misiniz?


Asterya


Bugün ODTÜ'de dolmuş beklerken Asterya Turizm'in ofisinin önünde olduğunu fark ettim. Neyseki fotoğraf makinem yanımdaydı ("Ee, espri ne?" diyenler için bakınız). Asıl ilginç olan da bugün (yani aslında 24 saat önce filan) rüyamda Üçüncü Kan'ı görmemdi (yemin ediyorum resimdekinin neredeyse aynısıydı! taht kısmı yoktu), hikayedeki gibi garip bir şeyler yapıyordu ve benim aklıma o yöneticinin orijinal hikayede gerçekleştirdiği güvercin ilüzyonu geliyordu. Lüsid bir rüyaydı.

Yukarıdaki fotoğrafı düzgün bir şekilde çekebilmem şans eseri. Işığın zayıf olduğu ortamlarda kameranın ve resmi çekilecek nesnelerin sabit kalması önemlidir (bkz: enstantane), yanımda tripod yoktu. Ama oraya dikilmiş zayıf ve kuru bir ağaç vardı, kamerayı o ağacın dalları üzerine yerleştirdim.

Friday, January 29, 2010

formspring.me

AGS 2.72 mi 3.0 mı? Neden ?

Güzel bir soru. Eğer çok karmaşık bir oyun yapmıyorsanız, programlama konusunda tecrübeniz yoksa/azsa 2.72'yi öneririm, zira 2.72 daha basit, kullanıcı dostu bir arayüze sahip. Interaction Editor sayesinde kod yazmanıza gerek kalmaz, kod yazmanızın gerekeceği kısımlar için de zaten Run Script öğesi vardır. 2.72'nin manual'ı doyurucudur. 3.0 sizi kod yazmaya, nesne yönelimli programlama mantığını öğrenmeye zorlar.

AMA eğer yapacağınız oyun çok basit yapılı ve kısa değilse, "Kod yazmayı başlangıç seviyesine kadar bilsem yeter" demiyorsanız önerim 3.0'dır. Interaction Editor olmadığı için tüm komutları sizin yazmanız gerek; ama gerek script editörü, gerek manual size kodları yazmanıza yardım ediyor (mesela fade-in öncesi çalıştırılacak kodları function room_Load()'un içine yazılması gerektiğini filan ezberlemenize gerek kalmıyor, Events butonunu bulduktan sonra). Sizi kod yazımıyla ve nesne yapılarıyla ilgili temel kavramları öğrenmeye zorluyor, ama yapacağınız oyun üzerinde tam bir hakimiyet sağlayabilmek için bunlar gerekli (ki bu bilgiler sadece AGS için faydalı değil tabi ki).

Eğer kod yazmaya başlamak (veya mümkün olduğunca az yazmak) istiyorsanız 2.72, bu konuda kendinizi geliştirmek istiyor ve tam bir hakimiyet kurmak istiyorsanız 3.0'dır bence. 3.0 yeni başlayanları işten soğutabilir.

Sorunuz.

Saturday, January 23, 2010

Anadolu Gösteri Merkezi'nin gerizekâlılığı

Bu yazının alternatif başlığı Helter Skelter'dır, çünkü biraz önce yaşadığım (daha doğrusu, 22 Ocak 2010 Şebnem Ferah Ankara konserine çantayla gelip de çıkışta çantasını almaya çalışan binlerce insan olarak yaşadığımız) olaylar sırasında kafamın içinde çalan şarkı buydu, Across the Universe'teki ilgili sahnenin etkisiyle.

(Bir de "gerizekâlı" kelimesi aslında "geri zekâlı" diye yazılıyormuş TDK'ya göre, ama neyse)

Giriş paragrafından anlayacağınız gibi, bugün (teknik olarak dün, şimdi saat 00:52) Şebnem Ferah'ın Ankara konseri vardı, Anadolu Gösteri Merkezi adlı bir daha asla uğramayacağıma yemin ettiğim yerde. Ablamla beraber gittik, eğer konserin kendisini saymazsak tam anlamıyla berbat bir gün geçirdik (yaklaşık 3 saat süren konser müthişti, birileri bu konuda işini gerçekten çok iyi yaptı kesinlikle).

Giriş

Saat 18:00'de açılacak kapıların önündeki mahşerî kuyruğa vardığımızda saat 17:45 filandı (keşke o kuyruğun uzunluğunu yazıyla anlatmam mümkün olsaydı). Tamam, bu kadar kalabalık bir konser için iki saat boyunca kuyrukta beklemek zorunda kalmak anlaşılmayacak bir şey değil, hava ne kadar soğuk olursa olsun (hem en azından hava yağışlı değildi). Sıkı güvenlik önlemleri alındığı, metal dedektörü de bozuk olduğu için kuyruk yavaş ilerliyordu, sevdiğimiz bir sanatçıyı izleyebilmek için dayanamayacağımız bir şey değildi bu da. Bilet fiyatlarının ucuz olması birlikte konser izlemekten memnun olmayacağınız insanlarla aynı kuyrukta beklemeniz anlamına geliyordu (bu cümlem eleştirilebilir, ama gerçek şu ki eğer bir tercih şansım olsaydı o sanatçıyı görebilmek için gerçekten de yüksek bir ücret ödeyebilecek daha az sayıdaki insanla çok daha güzel bir konser deneyimi yaşayacağıma emin olurdum).

Anadolu Gösteri Merkezi'ne çanta alınmadığını biliyordum, kafama sıçayım ki bunu ablama söylemeyi unuttum. Görevlilere çantamızı teslim etmeden önce ne olur ne olmaz diye ablamın kimliklerini, kredi kartlarını ve nakitleri yanımıza aldık. Ablamın çantasına numara yapıştırıp bize numara kağıdını verdiler (bizlere verilen numaralar müsvedde kağıtların üzerine elle yazılmıştı, taklit edilmesi pek zor değildi). Fakat konser alanına alınmayacak olan şeylere bir yenisi eklenmişti: Bozuk paralar. Bir sepetin içine cebimizdeki bozuk paraların tamamını bırakmadan içeri girmemiz mümkün değildi. Tahmin edeceğiniz gibi sepete kimin ne kadar para bıraktığının hesabı filan yapılmadığı için bilete verilen para fazlalaşıyordu, başka bir deyişle. "Tamam, nasıl olsa bozuk paraların toplam değeri o kadar fazla değil, onları o teslim ettiğimiz çantaya koydurmaya çalışıp vakit kaybetmeyelim". Kendi kendime "Keşke tedavülden kalkan paraları da koysaydım" esprisini yaptım, zira o paralar benim ayrı bir cebimde, içeriye girerken onları çıkarmayı unuttum ve güvenlikçiler de fark etmediler.

Sonra içerideki büfeden kendimize kahve aldık, çünkü dışarıda donmuştuk. Para üstü olarak bize bozuk para verdiler. Allah'tan "Üzgünüz, içeriye bozuk para alınmayacağı için paranın tamamını harcamak zorundasınız, yoksa para üstü bizde kalacak" esprisini yapmadılar, ama bu olaydaki gerizekâlılığı fark etmemek mümkün değil.

Çıkış

Girişte yaşadığımız tüm zorluklara rağmen oldukça başarılı bir konser performansı izledik, mutlu bir şekilde ablamın çantasını almaya gittik. Fark etmiştik ki, ablamın otobüs bileti ve çalıştığı üniversitenin kimliği ablamın çantasında kalmıştı, ama neyse, nasıl olsa çantayı alacaktık.

Çanta gişesinin önünde yine mahşerî bir kalabalık vardı. Giriş kuyruğu kadar kalabalık değildi kesinlikle, ama yine de insanların balık gibi istifleneceği kadar kalabalıktık ve alan dardı. "Neyse, en azından şimdi çantaları hızlı bir şekilde teslim ederler de burada fazla beklemeyiz" dedik. Ama görünen oydu ki, ancak birkaç dakikada bir bir çanta teslim ediliyordu, beklediğimiz yarım saat boyunca kalabalık gözle görülemez bir miktarda azalmıştı sadece. Sesler yükselmeye, kalabalıktan birkaç kişi görevlilere bağırmaya başladı. Çantaların dizilimini gözlerimle görmediğim için bu konuda size kesin bir şey söyleyemeyeceğim, ama şu anlaşılıyordu ki çantaları teslim alan görevliler çantaları rastgele şekilde dizmişlerdi. Numaraya sahip olan nesnelerin rastgele bir şekilde dizilmesinin sonra aranacak bir nesnenin bulunma zamanını korkunç bir şekilde arttıracağını bilmek için bilgisayar mühendisliği okumaya gerek yok!

Sonra ortalık o kadar çok kızıştı ki sinirli müşteriler görevlileri aşıp çantalarını kendileri almaya başladı, ortama kaosun hüküm sürmesi uzun sürmedi. "Acaba çantayı bıraksak mı" diye düşünmüştük, kimi insanların yaptığı buydu, ama ablamın çantasında kalanlar ve çantanın kendisi orada kalmak için çaba harcamamızı gerektiriyordu (işte bu yüzden "kafama sıçayım", çanta gerçekten pahalıydı). Tam bir curcunaydı, arkadan ittirildiğimiz ve öndeki insanlar da çantalara yöneldiği için kalabalık hızlı bir şekilde akıyordu, ablamla birbirimizi kaybettik. Birkaç kere yüksek yerlere tırmanıp ablamı aradım, bağırdım, ama ne ablama sesimi duyurabiliyordum o bağırtılı çağırtılı yerde, ne de onu görebiliyordum.

Bir şekilde ablama ulaştım, görevliler çantaların bir kısmını koruyabilmeyi ve numaralara göre dağıtmayı başarmıştı ve neyseki o çantaların arasında ablamınki de vardı. Şanslıydık, çünkü bazı insanlar çantalarını bulamamıştı. Ve bazı insanlar da çantalarını bulmuştu, içleri boşaltılmış bir şekilde! Polisler ve ağlayan insanlar vardı etrafta.

Bakalım AGM bu kafayla daha kaç yıl varlığını sürdürebilecek? Korkarım, daha uzun bir süre.

Tuesday, January 19, 2010

Güvercin

Kaldırımda bir güvercin
Birden yüz üstü yere uzandı
Kundağında kundaklanan bir ruh
Vicdanlardan göğe taştı

Yeldeğirmeni rüzgarla
Rüzgar uçurtmayla geldi
Uçurtma bir çocuğun gözünden
Dünyayı korkuyla seyretti

Tuesday, January 12, 2010


The Devourer by *Elandain on deviantART


"Be self-controlled and alert. Your enemy the devil prowls around like a roaring lion seeking someone to devour." 1 Peter 5:8

Sunday, January 10, 2010

Günlük, Ambassador

10 Ocak 2010, Pazar

Son birkaç gündür hastaydım: Soğuk algınlığı. Şu an iyileştim diyebilirim; ama hastalığın en kötü yanı, yüksek tempolu çalışma düzenime geri dönmekte zorlanmam. Cuma akşamına kadar sanki hasta değilmişim gibi çalıştım, sonra biraz istirahat ettim, şimdi ise çalışmaya geri dönmekte zorlanıyorum.

Her final dönemi başlangıcında yaşadığım ilham patlamasını da unutmamak gerek, iki hafta sonra muhtemelen "Aslında o kadar ilginç değilmiş" diyeceğim heyecanlandırıcı fikirler zihnimde uçuşuyor. En azından Düşnehri'yle ilgili olanları bugün yapayım, en kolay ve tatmin edici olan fikirler onlardı. Bu arada ilham demişken, geçen gün DeviantArt'ta daily deviationlarda gördüklerim arasında oldukça hoşuma giden bir şey vardı, She adlı dijital bir çizgiroman.

Bu aralar bir sürü arkadaşım rüyasında tuhaf sözler görüyor (bkz: Leviathan). Ben bu aralar rüyalarımda henüz hatırlamaya değer bir söz görmedim (böyle dedim ya, şimdi bu gece kesin bir paragraflık bir söz görürüm), ama aylar önce gördüğüm ilginç bir rüya var aklımda.

Günümüz dünyasında varlığını sürdüren sıradışı bir ülke gördüm. Bu ülke bir adaydı, ama ülkenin ada olmasının nedeni coğrafik konumu değil, bu ülkenin bir gemi olmasıydı. Tüm ülke devasa bir savaş gemisinden ibaretti; daire biçimindeki bir adanın metalden oluştuğunu, kıyılarının sığ değil de bir geminin kenarlarının olması gibi yüksek -ve gerçekten de yüksek, Boğaz Köprüsü'nden geçemeyip onu yıkacak kadar yüksek ve güçlü- ve toplarla çevrili olduğunu düşünün. Genellikle Hint Okyanusunda, Güney Pasifik'te kafasına göre dolaşıyor (rüyamda beni rahatlatan şey Türkiye'yle pek ilgisinin olmamasıydı) eğer başka bir gemi bu gemi-ülkeyle karşılaşırsa yapabileceği tek şey ondan kaçmaktı, zira gemi-ülkenin başka bir gemiyi yok edebilmesi için silah kullanmasına bile gerek yoktu, üstünden geçtiklerini batırabilecek kadar güçlüydü. Amirallerin yönettiği bu gemi-ülke günümüz devletlerini korkutan bir güçtü, sizin kıyılarınıza yaklaşmaması için dua ederdiniz.

Bu ülkenin adı Ambassador'du.

"Ambassador", ne alakaysa? Leviathan daha uygun olurdu (gerçi denizaltına daha uygun olurdu ama), ama Ambassador kulağa çok hoş geliyor. Bu ülkenin gelir kaynağı diğer ülkelerden aldıkları haraçtan başka ne olurdu acaba? Bu ülkeyi yok edebilmek için üstüne atom bombası atmak aklıma gelmişti rüyamda, buna karşılık olarak "Ambassador üstüne gelecek füzelerin yönünü değiştirebilecek sinyal bozucularla donanımlıdır" bilgisi vardı, ama analog bir bombayı sinyal bozucularla etkisiz hale getirmek mümkün değil ki? Rüyanın saçmalığı işte.

Thursday, January 7, 2010

Geyikler, Formspring me


Aslında "Waidmanns Heil!" başlıklı bir yazı yazacaktım, Rose'un Av Partisi'ne katılan Arleon'un avcılık hakkında düşündükleriyle ilgili. İlham ve zaman sıkıntısı çekmeseydim keşke (bu aralar acayip meşgul veya ilham yoksunu değilim, ama o yazı daha çok zaman harcanmayı hak ediyor). Ama bu, o hikayeyi okurken zihnimde oluşan sahneyi canlandırmayacağım anlamına gelmiyor. At & Kılıç'a ve mod yapım araçlarına teşekkürler.



Waidmanns Heil gözümün önüne yukarıdaki gibi bir avcıyı getiriyor.




Perde Arkası


Ekran görüntüsünü almaya çalışırken yaşadığım zorluklardan birisi kamera ile benim aramdan habire insanların geçmesiydi. "Lan burda da mı?" dedim. Aynı açıdan ve pozdan birkaç farklı shot alıp Photoshop'ta onları düzenlemek çözümdü, ama aynı açıyı bozulmadan koruyarak çekebildiğim sahnelerin sayısı azdı. Evet, açıyı korumak zordu, çünkü bu açıyı ve pozu yaratabilmek için é ve sol mouse tuşunu basılı tutmanız gerek, yani iki elinizi kullanmanız (mouse'u klavyeye, é'ye yaklaştırıp tek elinizi de kullanırsanız mouse'un hareket edip açıyı bozması mümkün). İki elinizle bunu yaparken de Print Screen'e basmak gerektiği için bu noktada yaratıcı bir çözüme ihtiyaç duyuyorsunuz (kalemlerin ne kadar faydalı olduğunu tekrar görmüş oldum).

Tabi birkaç teknik detayı öğrenmeye uğraşsaydım (halkın scene'de yaratılmamasını sağlamak filan) bunlarla uğraşmam gerekmeyecekti.


Formspring.me

İlginç bir websitesi çıkmış, Formspring.me.

Kullanıcılara herhangi bir soru sorabiliyorsunuz (siteye hiç kayıt olmadan, anonim sorular da sorabilirsiniz (kayıt olduktan sonra da istediğiniz soruları anonim olarak sorabiliyorsunuz tabi)). Eğer sorunuzu kabul ederlerse yanıtlıyorlar ve sorunuzla verilen yanıt, kullanıcının profilinde gözüküyor.

Başka bir deyişle, siteye üye olduğunuz zaman insanlar size herhangi bir konu hakkında soru sorabiliyor ve siz de isterseniz o soruyu yanıtlayabiliyorsunuz. İğrenç espriler yapabilmek için muhteşem bir potansiyel! Bana soru sormak isteyenler buyursunlar
(özellikle teknik konuları tercih ederim, en azından cevaplamaya çalışırım).

Friday, January 1, 2010

Yılbaşı notları, geyikler

Geçen yazımda okuyucuların yeni yılını kutlamayı unuttuğumu fark ettim, herkesin yeni yılı kutlu olsun!

Kendimi çocuk gibi hissettiğim dönemlerden biri, son birkaç gün.

"En sevdiğim eşyalar" listesine eklenebilecek bir hediye aldım ablamdan, sağda gördüğünüz kupa. Evet, ayakları sallanıyor. Resmi çektiğimde ayakları ters duruyormuş ama idare edin artık.

Milli piyango bileti almıştım, bilete bir şey çıkmış mı daha bakmadım. Milli piyangoyla ilgili şu geyiği öğrendikten sonra zaten tüm hevesim kaçtı: "Amortiler 31 Aralık saat 13:00'te belli oluyormuş, o andan itibaren satın aldığınız biletlere amorti çıkması imkansızmış çünkü biletçiler o biletleri kendilerine saklıyormuş. "

Ev içinde içki içmek bizim için tabuydu hep. Dün evde ilk kez alkollü bir şey içtik ablamla (çok uzun bir süre önce babama gönderilen bir hediye paketinde likörlü çikolatalar vardı, onları saymazsak). Yakut Kavaklıdere kırmızı şarabı açtık (üzerinde tarih olarak 1920'li bir şey yazıyordu da, şarabın imal tarihi değildir o heralde? o kadar eski bir nesneye benzemiyordu şişe ve ambalajı). Evde tirbuşon olmadığı için mantar, şişenin içine düştü. Şarabın tadı kötüydü, çok ekşiydi. Belki biz onu yatırarak saklamadığımız içindi, bilmiyorum.

The Gladiator'ın DVD'sini izledik, müthiş bir filmdi ("Onu daha ilk kez mi izliyorsun?" dediğinizi duyar gibiyim. Bütün güzel filmleri bir an önce izlemek taraftarı değilim, eğer başıma bir iş gelmeyecekse Star Wars'un ilk filmlerini henüz izlemediğimi de itiraf edeyim hatta!). Benim çok sevdiğim bir epik konu: Oldukça saygın bir konumdaki üstün yetenek ve bilgili bir insanın entrika sonucu sefil bir duruma düşmesi, sahip olduğu erdem ve becerileriyle o sefaletin içinde parlayıp kendisini o duruma düşüren insanlara kafa tutabilecek konuma yükselmesi ... The Lion King'in sevmediğim yanlarından birisi Simba'nın fark edilebilir erdemlere, becerilere sahip olmamasıydı. Nala'yla Mufasa çok daha derin karakterlerdi bence (zaten Nala olmasa herhalde Pride Lands ayvayı yemişti). Bir de filmi ben yapsam, çocuk Simba'nın mâlum olaydan sonra yaşamaya başladığı, Pride Lands'ten uzak o yeri Simba'nın dövüşmeyi öğrenmek zorunda kalacağı, erdemlerini konuşturma imkanı bulacağı pislik bir yer yapardım (o zaman da Disney çizgifilmi olmazdı, neyseki yapımcılığını üstlenebildiğim en büyük prodüksiyonlar freeware korku oyunları).

The Paranormal Activities'in DVD'sine bakmaya gittiğimi söylemiştim. Bu filmin zaten Türkiye'de daha vizyona bile girmediğini, bu ay gireceğini öğrendim. Bu filmi sinemada değil de evde tek başıma izlemeyi tercih ederdim, öyle çok daha güldürücü olurdu, ama neyse artık (özellikle vizyondaki filmleri torrentten indirmek tercih ettiğim bir şey değil).

Hmm, daha ne hakkında yazacaktım, unuttum. Gidip biraz fotomanipülasyon yapmaya çalışayım.