Monday, September 10, 2012

Biraz iç dökmece...



Uzun bir süredir metinsel içerikli bir yazı yazmamıştım buraya, biraz konuşmaya ihtiyacım var. Hoş, bir blog sayfasına sahip olup da "Acaba bu yazacaklarım beğenilir mi?" gibi bir kaygıyla içimi dökmekten kaçınmak gerçekten garipti. Çünkü bir blogu özel, benzersiz kılan şey, yazarının kişisel düşünceleridir, onun çalışmalarının kıldığından da fazla.







Son bir-iki yıldır fotoğrafçılığa saldım, belki buradaki postlardan fark etmişsinizdir ("You don't say?", agsfghfasghsafh). Eskiden fotomanipülasyonla uğraştığımı hatırlayan, bilen çok fazla insanın kaldığını bile sanmıyorum etrafımda. Belki ben artık eskisi kadar duygusal bir çocuk değilimdir, bilmiyorum...



Yukarıdaki fotoğrafları 850 nm'lik infrared filtremle çektim. Bu dalgaboyundaki filtrenin etkisini gerçekten çok seviyorum, ama net bir fotoğraf yakalama konusunda başarısızım halen. En üstteki fotoğraf tam istediğim gibi net, ama o da şans eseri. Diyafram açıklığını (aperture) yüksek tutmam pek bir şeyi değiştirmiyor (güzel bir resim çekebilmek için çok daha uzun bir süre boyunca objektifi uzun tutmanın gerekliliği dışında), iki resim de neredeyse aynı aperture'da çekildi.

Uzun pozlama gerektiren resimlerle ilgili en nefret ettiğim şey, birilerinin dikkatini çekmenizin uzun sürmemesi. Özellikle Altınpark gibi bir yerdeyken illaki birileri gelip sizin ne yaptığınızı merak ettiğini söylüyor. Tamam, ilgiyi seven bir insanım, ama bu kadar da değil! İnsanlar genellikle iyi niyetle, kibar bir şekilde yaklaşsa da bu rahatsız olmamı engellemiyor.



Bu üsttekiler de, o ilk fotoğraflardaki kompozisyonların farklı çekimleri. Birisi 720 nm'lik filtremle, öbürü de filtresiz çekim.



 

Düşnehri (Reverie River) oyunlarına devam ediyorum. Bilmeyenler için kısaca özet geçeyim; birbirinden bağımsız, iki tane kısa korku-macera oyunu üzerinde çalışıyorum. Birisi "Crimm's Son", öbürü "Self". Self'le ilgili ekran görüntüsü koymak istemiyorum henüz; ama üstteki resim, Crimm's Son'dan bir ekran görüntüsü. İkisinin de görsellerini machinima tekniğiyle yapıyorum; yani var olan bir oyun üzerinde hayvan gibi modifikasyon yaparak bir yönetmen gibi, istediğim sahnelere ait ekran görüntüsü, video yakalayarak. Lost in the Nightmare'da Half-Life 1'i kullandığım gibi. Self için Half-Life 2'yi, Crimm's Son için de The Sims 3'ü baz alıyorum.

Eskiden "Bu oyun serisi mükemmel olmalı!" gibi bir kaygım vardı. Sanki beni ben yapan şey, hobilerimde ne kadar başarılı olduğum. Ama bu kaygımı kaybetmeye başladım. Ahmet Kamil Keleş'i Ahmet Kamil Keleş yapan şey iki tane kıytırık macera oyunundan fazlası olmalı. Ve bu iyi bir şey. Odaklandığım şey, iyi ya da kötü bir şekilde bu ürünlerin ortaya çıkabilmesi.


Lost in the Nightmare'ı (daha doğrusu, bir korku oyunu yapımcısı olarak beni) kimsenin hatırlamaması beni üzüyor. Eskiden şuna inanırdım: Eğer çok daha iyi, daha kaliteli bir oyun yaparsam yeniden hatırlanacağım/z. Yıllarca aklımda mükemmel fikirlerin şekillenmesini bekledim (tamam, elimde Self ve Crimm's Son var, ama ikisinin de çok eksik yanı var, tasarım bakımından). Self için yarattığım ilk odanın çekimlerini tekrar tekrar yaptım, mükemmeliyet peşinde. Ama şunu gördüm: Ben mükemmellik peşinde koştukça, oyunlar da bitmekten uzaklaşıyor. Yıllarca fikir kıvılcımları bekliyorum. Ve sonra Google'a "Lost in the Nightmare" yazınca çıkan şey, Resident Evil: Lost in Nightmares oluveriyor.

Slender Man ve Anna gibi, prodüksiyon bakımından çok kaliteli olmayan, ama yine de insanları korkudan altlarına sıçtıran oyunları gördükçe bu fikrim de pekişmeye başladı. Ben bu oyunlarımı mutlaka çıkartacağım, çünkü insanları hiç olmazsa ürkütebileceklerini biliyorum, aşırı basit bulmacalara ve oyun mekaniklerine sahip olsalar da.

Hoş, bu konu hakkında eskisi kadar endişeli değilim. Ücretsiz korku oyunu çıkarma konusunda hüsrana uğrasam bile bu benim hayatımı çok değiştirmeyecek, çünkü hayatım buna bağlı değil. Eğer bu işten para kazanıyor olsaydım (hele de tek gelir kaynağım bu iş olsaydı!) kafayı yerdim belki. Mühendislik mesleğini sanatçılığa tercih etmemin mantıklı nedenlerinden birisi buydu.





Bu üsttekiler Crimm's Son için ekran görüntüsü değil. The Sims 3'ü kendi oyunum için kurcalarken arada çektiğim enstantaneler.




Doğumgünümde Aslı'dan aldığım bu güzide hediyeyi burada paylaşmam için de güzel bir fırsat oldu bu iç dökme postu. Resimdeki göz, gerçekten de benim gözüm referans alınarak çizilmiş. Gözümden bahsetmişken, ....





Makro mercek alıp da bu resmi (resimleri, daha doğrusu) çekmeseydim bir şeyler eksik kalacaktı. Resmi ilginç kılan şey, göz bebeğimin ortasında kameramın ve evin perdesinin görünmesi. Makineyi burada pencereye dayadım, çünkü güneşli bir havada evin penceresinden müthiş bir ışık geliyor.


Göz demişken; böyle tek, üzüm tanesi gibi kendisini belli eden gözler bana neyi anımsatıyor, biliyor musunuz? Evet, tahmin edebiliyorsunuzdur. İsterseniz benim için "şakirt", "Ahahaha, salak salak şeylere inanıyor! Kendini hayal dünyasına fazla kaptırmış!" deyin, ama özellikle pop kliplerinde bu "tek göz" veya keçi sembollerini görmemizin sadece tesadüf olmadığına inanıyorum (aslında dünyanın ilk agnostik şakirti olarak tarihe geçebilirim belki, eğer şakirt olduğum iddia edilirse). Sadece bu gördüklerimizinden (bize gösterilenlerden), dünyayı kimlerin yönettiğine dair kesin bir sonuca varmak çok mantıklı değil, doğru. Belki de her gördüğümüzün arkasında öyle bir şey var ki, bizim başka bir noktaya odaklanmamız için ortaya kendilerinden çok farklı, daha ilgi çekici bir olta atıyorlar. Belki de "Şimdi bizim sanatçıya kliplerinde tek gözünü kapattıralım, millet tartışıp dursun!" diyorlar, kendileri satanist matanist olmadıkları için. İşin aslını hayatım boyunca asla kesin bir şekilde bileceğimi sanmıyorum. Benim inandığım şey, bu gördüklerimizin tesadüf eseri ortaya çıkmadığı. Bad Romance'in klibinin tesadüfen "sanatçıların Monarch beyin programına tutulması" geyiğiyle paralellik taşımadığı. Konuyla ilgili daha fazla konuşmayacağım, dünya kadar kaynak var bu teoriyle ilgili.



Her neyse, yazıyı sonlandırayım. Sonra başka bir yazıda söyleyeceklerime devam ederim.

2 comments:

Aras Ortaç said...

Ahmet, mükemmele ulaşma çabası aslında bir şeyleri yapmamak için savunma mekanizmasıymış ve özgüven eksikliği ile bağlantılıymış. Bak "-mış" kullanmadım o kadar. Bunu bana askerde ordunun psikolojik danışmanı söyledi. Senin de aklında bulunsun.

Fotoğrafların güzel bu arada. O kulübeli olanı nerede çektin merak ediyorum.

Ahmet Kamil Keleş said...

Olabilir...

Teşekkür ederim. Resmi ODTÜ içindeki ormanlık bir alanda çektim.