Monday, March 30, 2009

Öfke, Seçimler, Fonksiyon çizdirici

Öfke & Seçimler

Geçen haftanın sonlarına doğru yükselen öfkemi bugün biraz daha azaltabildim.


Bastırmaya çalıştığım öfkemi dayanılmayacak hale getiren şey seçim sonuçları oldu. Hayır, sonuçlar beklediğimden farklı çıktığı için değil; internette çeşitli yerlerde Ankara'nın durumu ile dalga geçilmesi, bana bütün öfkemi aslında aynı fikire sahip olduğum kişilerden çıkartmayı istetti. Kendimi suçlanmış hissettim, aşağılanmaktan çok. Ak Parti'ye oy vermeyen Ankaralılar olarak bizim ne yapmamız gerekiyordu? Misyoner gibi kapı kapı dolaşıp halkı aydınlatmak mı? Başka bir siyasi oluşumun reklamlarını dağıtmak mı?
Musluklarımızdan su ve klordan daha çok kütleye sahip başka kimyasal maddelerin akmasını bu yüzden mi hak ettik?

Okullar insanlar için genellikle stres kaynağıdır, üniversite öncesinde benim için kesinlikle öyleydi. Ama okulumu seviyorum, çünkü orada güldürebildiğim ve beni güldürebilen arkadaşlarım var. Seçimler sonuçlarının hissettirdiği öfkeyi başka arkadaşlarımla paylaşabilmek, seçim sonuçlarını Karayalçın'la beraber takip edebilecek kadar çok siyasetle ilgilenen bi arkadaşımın benimle aynı duyguları hissettiğini bilmek beni rahatlattı.

Yine seçimlere dönersek, size şu tanık olduğum olayı anlatmalıyım:

Muhtar seçimi için zarfın içine üzerinde muhtar adayı adının ve muhtar heyetinin isimlerinin bulunduğu iki kağıt konulur, bildiğiniz gibi. Ben muhtar adaylarının neredeyse hiçbirini tanımadığım, ama babam tanıdığı için babamın tercih edip getirdiği kağıtlarla seçime gittik (konumuz bu tercihi babamın yapmış olması değil, bu da ayrı bir konuda incelenebilir belki). Oyumu kullanırken noob'luk yapıp bu kağıtları ilk zarfın içine koyup oyu öyle kullandım (ki ilk zarf muhtar adaylığı için değildi). İkinci zarfa geçmeden önce aileme böyle yaptığımı anlattım, onlar da bana "Neyse önemli değil, kabinlerde her adayın kağıtlarından olur" dedi.

Ama tuhaf ("tuhaf" yanlış kelime) olan şey, kabinin içerisindeki kağıtların tamamının tek bir muhtar adayını gösteriyor olmasıydı. Babama bunu söyledim, babam da durumu seçim görevlilerine bildirdi ve babama oyu kullanmak istediğimiz adayın kağıdını verdiler. Babam kağıdı zarfıma koyup sandığa attı ve böylece ben de muhtar adaylığı için oyumu kullanmış oldum. Eheh, komik. Ama işte sinir bozucu olan, o muhtar adayının kendisinin veya adamlarının kabinlerden diğer adayların kağıtlarını alıp oraya kendi muhtar adaylarının kağıtlarını koymuş olmasıydı.

Ve sonra, geçen seçimlerde boş bir arazi üzerinde açılmamış sandıkların bulunduğu haberini okudum ve kan beynime sıçradı. Böyle önemli bir olay nasıl örtbas edilebilir ya? Aklım almıyor! Tarafsız bir devlet kontrolünün iyice zayıf olduğu illerde sandıkların başlarına nelerin geldiğini hayal etmek bile istemiyorum.



Fonksiyon çizdirici

Burada bahsetmiş miydim, emin değilim, ama tekrar bahsetmenin mahsuru olmaz.

Staj başvurusu için üzerinde çalıştığım projelerden birisi, Ahmet's Basic Function Grapher 'ı makûl bir seviyeye getirdim. Girilen bir iki değişkenli fonksiyonun grafiğini yazdıran bir program. Ücretsiz alternatifleri vardır elbette yazdığım programın, ama yine de kodlamasının benim için eğlenceli ve öğretici olduğunu söylemeliyim.

Yazdığım program şimdilik sadece rakamları, "x" ve "y" harflerini, operatör karakterleri ve operatör karakterlere atadığım kısayol harfleri okuyor, sağ üstte kabul edilebilecek harfleri görebiliyorsunuz.

Allegro kütüphanesini kullandım. Klavyeden okuma yapılması için gereken kodları da yine Allegro'nun Wiki'sinden bir yerden aldım. String'i matematiksel ifadeye dönüştürmek kısmı en zorlayıcı olandı.

Yapılacaklar:
*String için sıkı bir hata kontrolü. Şu an için sadece = operatörünün yokluğunda hata veriyor.
*Parantez kullanma imkanı.
*Bölme işlemi. Bunu iyi bir şekilde uygulayabilmek için float'larla çalışmam gerekecek.
*Cosinus ve sinus fonksiyonları, e sayısı, logaritma desteği

*Ve belki; fonksiyonların kesikli değil de sürekli bir çizgi halinde gösterilmesi.

Geribildirimleriniz benim için önemli.

Saturday, March 28, 2009

Elektronik 6. his, Kedi resimleri

Canım pek yazı yazmak -daha doğrusu konuşmak- istemiyor. Sadece güzel bulduğum birkaç şeyi paylaşmak istiyorum (blog iyice paylaşım forumuna dönmeye başlayacak, blog yazılarına +rep verilmeye başlanacak filan, ama neyse).


İlginç bir teknoloji.



Kedilere ve kedigillere karşı tuhaf bir sevgi besliyorum. Ama itiraf etmem gerekir ki bu sevgiyi sadece asil ve sevimli görünüşe, davranışa sahip olanlara besleyebiliyorum; saldırgan ve korkunç olanlara ise (hani böyle Pet Semetary'den fırlamış veya Kötü Kedi Şerafettin tipli kediler olur ya) herhangi bir hayvana besleyebileceğimden fazla sevgiyi hissedemiyorum. Belki kedileri sevmemin nedeni bana masumiyeti, aslanların da asaleti hatırlatmasıdır? Böyle hisseden tek kişi ben değilimdir, değil mi?








Monday, March 23, 2009

Düşnehri duyurusu, Resimler

Oyunumla ilgili bir duyuru yapmak istiyorum. Kendimden alıntı:

Ama şu an kendimle (şu anki halimle) kesinlikle gurur duyuyorum, çünkü o dönemki ruh halimden kurtulabilmeyi başardım. İyileşmek için çok çaba harcadım ve bu da işe yaramış olmalı ki artık varlığım seni üzmüyor. Artık korku yazmak istemiyorum! Düşnehri, benim bastırmaya çalıştığım suçluluk, öfke, çaresizliğin dışavurumu niteliğindeki bir eserdi, ama artık bu oyunu yapmaya ihtiyaç duymuyorum. Oyun yapımcısı olarak itibarım da benim sağlığımdan ve sevdiğim insanlardan daha önemli değil, başka şeyler de yapabilirim.


Şu ana kadar yaptığım kısmı da sanırım kendime saklayacağım. Zaten oyunun hikayesinde boşluklar vardı ve hikayesi de LitN kadar gerilimli ve heyecanlı değildi. Şu an için ufak projelerime yoğunlaşmam en iyisi.


Canım pek bir şey yazmak istemiyor, ama oldukça mutlu olduğumu söylemeliyim. Sadece eski ve yeni fotoğraflar, resimler koymak istiyorum.

Bir sınıf arkadaşım ile defterimin kenarına çizdiğimiz bir şeyler. Arkadaşımın adı . (pıff, tarayıcı o kadar yüksek kontrastla tarıyor ki sanki resimler sonradan eklenmiş gibi duruyor)




1-2 ay önce. Saçım uzunken. En iyi ışık kaynağı hâlâ burada.




Bu konuyu tartışmayı gereksiz buluyor ve pek sevmiyorum, ama Bilim & Teknik sansürü olayından sonra bu konu hakkında bir monte hazırlamaktan kendimi alamadım.





2008 yazında Mudanya'da çektiğim bir resim. Denizi seven kedi.




Burası da dün gittiğim bir yer.

Thursday, March 12, 2009

Otobüs yangını ve cesaret; Tripod kullanımı

Bugün korkutucu sayılabilecek bir olay yaşadım.

Bu olayı haberlerde görebileceğinizi sanmıyorum, eve geldiğimden beri haberleri takip ediyorum ve bu olaydan bahsedildiğini görmedim. Bunun sebebi de sanırım bu olayın sadece basit bir yangın olması -ve inşallah/çok şükür kimsenin yaralanmaması veya ölmemesi.

Bu akşamüzeri Kızılay'da birkaç arkadaşımla beraber vakit geçirdikten sonra otobüsle eve geliyordum. Otobüs Sıhhiye Köprüsü'nün altındaki durağa geldiğinde yolculardan birisinin "Otobüsü yakmışlar" dediğini duydum ve pencereden baktığımda yolun ortasında duran, boşaltılmış bir otobüsün arkasından yoğun gri dumanların yayıldığını gördüm (Bilmeyenler için Sıhhiye Köprüsü'nü anlatayım: Atatürk Bulvarı'nı dik kesecek şekilde bulvarın üzerinden geçen oldukça geniş bir kara ve demiryolu. Köprünün altını geniş bir tünel olarak kabul edebiliriz.). Bizim otobüsümüz de yakında bir yerde durdu ve şöförün inip telaşla kaza yerine baktığını gördüm. Şöför sonra yine telaşlı bir şekilde otobüse dönüp yangın tüpünü aldı, "Bizim otobüs mü yanıyor?" diye soran birisine başka bir otobüsün yandığını söyledi ve tüple beraber yangının olduğu yere doğru koşmaya başladı.

Otobüsün arka camından, tünelin yavaş yavaş sise boğulduğu görülüyordu. Yolcular birbirlerine bakmaya başladı, "Acaba inmeli miyiz yoksa durum o kadar ciddi değil mi?" tedirginliğini diğer yolcuların da hissettiğini düşünüyorum. Belki de otobüsten inmek için önce birisinin onları yönlendirmesini bekliyorlardı, bilmiyorum, ama ben her ihtimale karşı yangından uzaklaşmamın orada beklemekten çok daha iyi bir fikir olacağını düşündüm. Çantamı kaparak otobüsten indim ve oradan hızla uzaklaşmaya başladım.

"Tünel" olarak nitelendirdiğim yapıdan çıktıktan sonra kimsenin beni takip etmediğini, koca tünelin (ve benim önceden içinde bulunduğum otobüsün) gri sis içinde kaldığını ve köprünün üzerinden uzunca bir lokomotifin geçmeye başladığını gördüm. Bir saniye için aklıma korkunç bir manzara geldi: Yanan otobüsün motorunda çıkan bu yangın, tünelin içerisinde büyükçe bir patlamaya, belki de bir zincirleme patlamaya, köprünün çökmesine ve trenin de düşmesine neden olacaktı.

Patlamanın etkisiyle üzerime doğru devrilecek lokomotifin zihnimde uyandırdığı sahne benim oradan daha hızlı bir şekilde uzaklaşmak istememe neden oldu ve güvenli bir mesafede bekleyen bir taksiye binip oradan uzaklaştım. Taksici bana yanan otobüsün şöförünün yangın tüpüyle yangını söndürmeye çalıştığını ama yangın tüpü donduğu için tüpün çalışmadığını söyledi (sonradan şöyle bir mantıksal çıkarımda bulundum: eğer taksicinin bundan haberi olabildiyse o zaman bu yangın uzun bir süredir devam ediyor olmalıydı).

Ve sonra kendimi kötü hissettim. Eğer bir patlama gerçekleşseydi otobüsün içinde kalmayı tercih eden insanları ölüme terk edip kaçmış olacaktım. Otobüsten inerken diğer yolcuları da benimle beraber inmeye ikna etmek ve iyice bir uç örnek olarak da şöförün yangını söndürmek için terk ettiği otobüsün direksiyonuna geçip otobüsü tünelin dışarısına sürmek aklıma gelmişti ama bunların hiçbirini yapmadım. Otobüsten inip kaçmamın diğer yolcular için de otobüsü terk etmeye yönlendirici bir davranış olacağına inanarak cesurca davranmaktan kaçındım, ama eğer ben tünelden çıktıktan sonra bir patlama meydana gelseydi köprü çökecek ve otobüs köprünün altında kalacaktı veya tünelin içerisinde baskı altında kalacak olan patlama, bizim otobüse ulaşacak kadar etkili olacaktı. Kendimi avutmaya çalıştım; eğer otobüsü sürmeye kalksaydım belki de insanları kurtaracağım derken yangını söndürmeye koşan bir yayayı ezecektim veya patlamayla köprünün üzerinden yola savrulacak olan trenin altına otobüsü sürmüş olacaktım, bilmiyorum, şu an tek bildiğim kimsenin yaralanmadığı (eğer düşündüğüm kadar ciddi bir kaza olsaydı haberlere çıkması gerekirdi). Ama taksiyle eve giderken Ultima IV'de kişilik özelliklerini belirlerken Valor kartını çekmiş olup da gerçek hayatta cesurca davranamamış olmam beni kötü hissettirdi.

--

Önceki yazımdan sonraki (yani bu) yazım "Mizah, sinema, küfür, falan fişmekân" hakkında olacaktı, ama sadece bir konu güncelliğini kaybettiği için değil, aynı zamanda da canımın sonra yazmak istememesi nedeniyle özet geçmek istiyorum.

Mizah

Bobiler.örg'te birkaç hafta önceki uçak kazasıyla ilgili anasayfaya çıkan monteler beni rahatsız etmişti. Beni asıl rahatsız eden de monte sahiplerinin, gelen eleştirilere karşı tutumuydu. Ne yani, bir espriyi ağır bulduğumuz için gerikafalı, örümcek kafalı, gerizekalı olmak zorunda mıyız? Monte sahiplerinin trajik bir kaza yaşayan kurumla kaza üzerinden dalga geçmeye hakkı var da bizim bunu eleştirmeye hakkımız yok mu? Bu konuda doluydum, ama bunu orada tartışmak istemedim, çünkü onları eleştirdim diye nasıl olsa beni de kara mizahtan hiç anlamayan dar kafalı insanlarla aynı kefeye koyacaklardı.

Tripod

Değinmek istediğim başka bir konu da kısa filmler hakkında. Yine birkaç hafta önce bir kısa film festivaline gitmiş ve bir de Monthius'un blogunda Forgotten Realms için çekilen amatör bir trailer'ı izlemiştim. Bazı filmlerde ve bu trailer'da beni rahatsız eden ortak bir şey var: Çekimlerde tripod kullanılmaması. Bu kadar çok masrafın harcandığı, emeğin verildiği bir yapımda kameramanın titreyen ellerinin çekim kalitesini mahvetmesi üzücü. Bu benim aklıma şöyle bir soru getiriyor: Kısa filmlerle uğraşan insanlar hiç mi film yapımı üzerine makale, kitap okumuyorlar? Veya bu makalelerde, kitaplarda sabit bir kameranın çekim kalitesine olan etkisine hiç mi değinilmez?

Yaptıkları çekimleri profesyonel sinema filmleriyle karşılaştırdıkları zaman "Nasıl olsa biz amatörüz, yaptığımız şeye özen göstermek zorunda olmadığımız için dandik filmler çekip insanların zamanını çalabiliriz" mi diyorlar? Veya her eline kamera alan ve arkadaş çevresi olan kişi kendisini yönetmen ilan ettiği için mi ancak üzerinde işini iyi bilen bir kişinin yoğun emeğinin harcanması gereken kısa animasyonlar (2D, 3D fark etmez) genellikle kaliteli çalışmalar olurken aynısı kısa filmler için geçerli olmuyor? Bir trailer yapabilmek için onca masrafa girip de tripod kullanmayı, credits'te oyuncuların isimlerini filmdeki halleriyle beraber kullanmak için kaliteli bir fotoğraf makinesiyle fotoğrafını çekmeyi akıl edemeyen, video kamerayla çekilen dandik sabit bir görüntüyü kullanan yapımcılara saygı duyamıyorum. Fotoğrafçılıkla ve sinemayla ilgilenen bir insanın pahalı bulmayacağı bir araçtır tripod. Kameranın hareket etmek zorunda olduğu sahneler için tripod kullanmadıkları için suçlamak acımazca belki (ki bunu da sağlamak çok zor değil gerçi ama neyse), ama kameranın sabit kalması gereken yerleri de elleriyle çekmeleri ilkelce.

Özen

Nefret ettiğim başka bir şey de forum, blog, website gibi herkes tarafından okunabilecek ortamlarda bulunan yazıların özensizce yazımı. Hayır, Türkçeyi bilmeyen basit gençlerden bahsetmiyorum, Türkçeyi gerçekten iyi bildikleri halde yazılarını hiç büyük harf kullanmadan yazan "aydın" kesim şikayetçi olduğum. Belki şimdiye kadar sözlüklerde veya cümlelerin başındaki büyük harfleri otomatik olarak tanımlayan Word'de yazmaya alıştıkları için; ama o kadar güzel yazılar yazıp da yazıları böylesine okunması zor hale soktukları için onlara kızıyorum.

Sunday, March 1, 2009

Cilt bakımı, şarkı, projeler, algıda tuhaflık, Psyhonauts

1 hafta boyunca yazmak istediklerimi tek yazıda biriktirip öyle yayınlamaya karar verdim.



Birkaç gün önce çektiğim bu iki fotoğrafımı inceliyorum da, sanırım bir dermatoloğa görünme vaktim yaklaşmış. Bunun dışında, bu fotoğrafım en sevdiklerim arasına girdi.

Love is old, love is new; Love is all, love is yours

Birkaç ay önce CoolBlue Game Studios sitesi dahilinde ufak bir radyo yayını yapmıştım. Yayını daha ilginç bir hale getirmek adına, sevdiğim bazı şarkılara eşlik etmeyi denemiştim. Ama batırmıştım, heyecandan sözleri unutmuş, detone olmuştum. Keşke o güzel şarkıların içlerine bu şekilde etmeseydim. Bunu telafi edebilmek için (tabii asıl nedeni telafi etmek değil, sadece yapmayı istediğim bir şey olduğu için) sevdiğim başka şarkılara eşlik ettiğim -ve gerçekten dinlenecek kalitede- kayıtları yayınlamak konusunda cesurca davranmak istiyorum. Because'un AtU'deki korosuna hep kendi sesimin de dahil olmasını dilerdim; şarkının ilk kısmı üzerinde biraz daha çalışmam gerekecek ama ikinci kısmı sanırım daha güzel söyleyemezdim (abartmıyorum, 80-90 kere deneme yapmam gerekti, ikinci "blue"yû söylerken sesim ya çok az çıkıyordu ya da istediğim gibi çıkmıyordu, ve Goldwave'den yardım aldığımı da söylemeliyim). Lady Fantasy'yi de daha güzel çalabildiğim bir zaman org kaydımı yayınlamayı düşünüyorum. Projelerimden ve derslerimden (ve bir de IRC'den/chat'ten, hihihi) kalan zamanlarda başka kayıtlarım üzerinde çalışıp yayınlamaya devam ederim.

Oyunlar nasıl gidiyor?



Korku oyunumu açmayalı uzun bir süre oldu. Konsol ekranı RPG'me, Microsoft XNA Studio'yu öğrenme çalışmalarıma devam ediyorum, ama kendimi eskisi kadar hırslı hissettiğimi söyleyemem. Sanırım ortaya ilginç bir şey çıkarmaya karşı duyduğum arzu, olması gerektiği seviyeye geldi: Çalışmalarımı bıraktıracak kadar az veya keyif almadığım halde kendimi çalışmaya zorlattıracak kadar çok değil. Ama bugün aklıma gelen ilginç bir oyun fikrinin beni heyecanlandırdığını ve uygulamaya geçirmeyi başarabildiğimi görmenin beni sevindirdiğini de eklemeliyim.


Ders esnasında defter sayfalarının kenarlarına çizdiklerim kadar güzel şeyleri hiçbir zaman bilinçli bir şekilde çizim yaparken çizemeyeceğim. "Jagler kok", Umut Sarıkaya'nın eski bir karikatürüne göndermeydi. Düşünce balonunun içeriğini de bu çizimi gören bir arkadaşımın yorumu doğrultusunda doldurdum (karakterim için "İyi bir gün geçirmiş olsun. Çok gezmiş, çok tozmuş olsun" demişti). Anlamlı ya da komik değil, sadece ilginç.

Ya monitörüm çok kötü, ya da fotoğraf makinemin ekranı çok iyi, bundan emin değilim, ama şu bir gerçek ki çektiğim resimleri bilgisayara aktardığımda resimler monitörümde karanlık görünüyor. Monitörümün parlaklık ve kontrast ayarları en yüksekte olduğu halde fotoğraflarımın parlaklık ve kontrast değerlerini güzel görünmeleri için değiştirmek zorunda kalıyorum. Yukarıdaki fotoğrafı değişiklik yapmadan koydum, sizce bu hali güzel mi?



Algıda tuhaflık

Neden olduğuna dair mantıklı bir açıklama getiremediğim bir durumu paylaşmak istiyorum.

Okulumdaki bir kafenin bazı yemekleri pilavla beraber servis ediliyor. Kullanılan bir baharattan ötürü olmalı, bu pilav renkli bir pilav.

Tuhaf olan şey, benim gözlerimin bu pilavın rengini parlak bir yeşil olarak algılaması. Arkadaşlarım pilavın sapsarı olduğunu söylüyor, renk konusunda onlarla epey tartıştım, sonra dayanamadım ve pilavın fotoğrafını çektim. Gördüğüm beni şaşırttı, çünkü çektiğim fotoğrafa göre pilav gerçekten de sarıydı. Benim algıladığım renk ile pek ilgisi yoktu.

Renk körü olup da bunu bu zamana kadar fark etmemiş olma ihtimali aklıma geldi, ama eğer bu algı hatası renk körlüğüyle alakalı olsaydı fotoğraf makinesindeki (ve bilgisayara aktardığım) resimlerde de bu pilavı parlak yeşil olarak görmeye devam etmem gerekirdi. Normal bir insanın göremeyeceği (ve fotoğraf makinesinin de filtrelediği) frekanslardaki ışığı algılamaya başlamış olmam ihtimali de bana saçma geldi, çünkü bunun kızıl ötesi ve mor altı frekanslar için geçerli olması gerekirdi (algıladığım parlak yeşil de normal spektrum dahilinde gayet) . Tuhaf.


Psychonauts

Bu oyunu oynamaya başlayıp biraz ilerleme kaydettikten sonra şunu düşündüm: Biz oyun yapımıyla uğraşan mühendis ve sanatçıların yapmak istediği, ATOM'da GGJ etkinliğine katılan veya ATOM'da çalışan insanların yapmak istediği işte buydu: Güzel bir oyun. Oyun yapımıyla ilgili forumlarda ideal oyun olarak örnek gösterilecek bir eser. Zekice bir mizah anlayışı, aksiyon ve platform (ve belki de adventure) türlerinin ustaca harmanlanışı, sürükleyici bir hikaye örgüsü. Oyungezer'e Şubat 2009 sayısında bu oyunu hediye ettiği için minnettârım.




Oyunun en güldürücü bulduğum noktası Clairvoyance yeteneğimiz oldu. Karşımızdaki canlı bir varlığın gördüklerini ve bizi nasıl algıladıklarını görmemizi sağlayan yetenek. Yeteneğin ikonu bile başlı başına yarıcı bir etkenken (iiiii-tiiiiii!) bir de karakterlerin bizi algılayışlarını temsil eden sprite'lar da oldukça güldürücü olabiliyor.

Ayrı olarak beni başka güldüren şeyler, hademenin "Now git!" demesi ("get out" yerine "git" diyor, Türkçe gibi) ve Ajan Sasha Nein'ın Night Eagle'a olan benzerliğiydi. Ama tabii bunlar yapımcıların bilerek eklediği espriler değildi (veya olabilir mi, "Şimdi bir oyun dergisinin forumunun üyesine benzeyen bir karakter yapalım da sonra o dergi oyunu hediye ettiği zaman derginin okuyucuları gülsün").

Oyunun sevmediğim yanları ise bazı kısımlarını aşırı zor bulmam (oyunu öfke krizlerimin arttığı bir günde 'sakinleşmek' için oynadığımda bir noktada gerekli atlamayı başaramadığım için krizimin daha da kötüleştiğini hatırlıyorum, gerçi ertesi gün sakinleşip tekrar oynadığımda orayı tek seferde geçmeyi başardım), oyunun son boss savaşının aşırı kolay olması (gerçi bu kolaylık da muhtemelen kastiydi) ve yine oyunun sonunda, kampta ters giden şeylerden sorumlu olan, dünyayı ele geçirmek isteyen kişinin nasıl olsa biz zihnine girip de iç sorunlarını giderdik diye iyilerin arasına karışmasının saçmalığıydı. Oyunu oynarken aklıma eklemek istediğim bir sürü espri ve özellik gelmişti ama hepsini sonra unuttum. Aklımda kalan tek şey, "Eğer Black Velvetopia bölümünde Edgar'ı ve pembe boğayı asla aynı sahnede birlikte göremeseydik çok daha etkileyici olabilirdi"ydi.

---

Şimdi fark ettim de, yazı aşırı uzun olmuş. "Mizah, sinema, küfür, falan fişmekân" kelimelerini başlıktan çıkarttım, gelecek yazının konuları bunlar olacak. Özellikle de geçenlerde gerçekleşen uçak kazasıyla dalga geçen montelere olan üzüntümü belirtecektim, gelecek yazıya kadar da bu konu güncelliğini kaybedecek belki ama yine de değineceğim.