Tuesday, November 30, 2010

Kurgunun Politikası

Aslı'nın Facebook sayfasından çaldım. Videonun açıklaması,

Hikaye dinlemek hayal gücümüzü genişletir; onları anlatmak ise kültürel duvarları aşmamızı, farklı deneyimleri kucaklamamızı, başkalarının duygularını hissetmemizi sağlar. Elif Şafak bu yalın fikirden yola çıkarak hikayelerin kimlik politiklarının üstesinden gelebileceğini anlatıyor.



Ben bir hikaye anlatıcısıyım. Yaşamımda yaptığım budur -- hikayeler anlatmak, romanlar yazmak. Bugün de size hikaye anlatma sanatı ile ilgili bir kaç hikaye anlatmak istiyorum, ve ayrıca cin adı verilen latif varlıklardan da bahsedeceğim. Oraya gitmeden önce sizinle şahsi yaşam öyküme dair bazı kesitler paylaşmak istiyorum. Bunu elbette kelimeler aracılığı ile yapacağım, ama bir de geometrik bir şekil kullanacağım: çember. Yani konuşmam boyunca, pek çok çemberle karşılaşacaksınız.

Fransa Strasbourg'da Türk bir anne babanın çocukları olarak doğdum. Kısa süre sonra ebeveynlerim boşandılar, ve ben de annemle beraber Türkiye döndüm. O günden sonra, bir dul annenin yetiştirdiği tek bir çocuk olarak büyüdüm. 1970'li yılların Ankara'sında bu alışılmadık bir durumdu. Oturduğumuz muhit evin reisinin baba olduğu geniş ailelerle doluydu. Yani ata-erkil bir ortamda annemi dul bir kadın olarak görerek büyüdüm. Aslında, iki ayrı çeşit kadınlığı gözlemleyerek büyüdüm. Bir tarafta annem vardı, iyi eğitimli, laik, modern, batılılaşmış bir Türk kadını. Diğer tarafta ise yine beni büyüten ve daha ruhani, daha az eğitimli ve kesinlikle daha az akılcı olan anneannem vardı. Bu kadın geleceği görmek için kahve telvelerini okuyan ve nazarı defetmek için kurşunu gizemli şekiller alacak şekilde eriten biriydi.

Anneannemin çok ziyaretçisi olurdu; yüzlerinde ağır sivilceleri veya ellerinde siğilleri olan kişiler. Her defasında anneannem Arapça bazı kelimeler mırıldanır daha sonra da kırmızı bir elmaya yok etmek istediği siğil sayısı kadar gül dikeni saplardı. Sonra da tek tek bu dikenleri siyah bir mürekkeple çember içine alırdı. Bir hafta sonra hasta kontrol için geri gelirdi. Şimdi, bilim insanlarının ve akademisyenlerin olduğu bir seyirci topluluğu önünde böyle şeyler söylememem gerektiğinin farkındayım, ama gerçek şu ki, ciltlerindeki rahatsızlıklardan dolayı anneannemi ziyaret eden bu kişilerden bir tanesinin bile mutsuz ya da iyileşmeden gittiğini görmedim. Anneanneme bunu nasıl yaptığını, duaların gücüyle mi alakalı olduğunu sordum. Cevap olarak bana "Evet, dua etmek etkilidir. Ama çemberlerin gücüne de dikkat etmelisin" dedi.

Bu ondan öğrendiğim nice kıymetli dersten bir tanesidir. Eğer hayatınızda bir şeyi yok etmek istiyorsanız, bir sivilceyi, bir lekeyi veya bir insan ruhunu, bütün yapmanız gereken onu kalın duvarlarla çevrelemek. İçeride kuruyup kalacaktır. Şimdi hepimiz sosyal ve kültürel bir çeşit çemberin içinde yaşıyoruz. Hepimiz. Belli bir aileye, ulusa ve sınıfa bağlı olarak doğuyoruz. Ama kanıksadığımız ortamın ardındaki dünyalarda herhangi bir bağlantımız olmazsa, o zaman bizim de içten içe kuruma riskimiz vardır. Hayal gücümüz daralabilir. Kalplerimiz küçülebilir. İnsanlığımız azalabilir. Eğer kendi kültürel kozamızın içinde çok uzun süre kalırsak. Arkadaşlarımız, komşularımız, iş arkadaşlarımız ve ailemiz -- şayet en yakın çemberin içindeki herkes birbirine benziyorsa, aynadaki görüntümüzle kuşatılmışız demektir.

Anneannem gibi kadınların Türkiye'de yaptıkları bir başka şey de aynaları kadifelerle örtmek veya ters çevirerek duvara asmaktır. Bu eski bir doğu geleneğidir. Bir insanın kendi yansımasına uzun süre bakmasının sağlıksız olduğu bilgisinden beslenen bir gelenektir. İronik olan, benzer fikirleri paylaşan cemaatlerde yaşama eğilimi günümüzün globalleşen dünyasındaki en büyük tehlikelerden biridir. Ve bu heryerde yaşanan birşey, liberallerde de, muhafazakarlarda da, agnostiklerde de inançlılarda da, zenginlerde de fakirlerde de, doğu'da da batı'da da... Benzerliklerden/ayrılıklardan hareketle kümelenme ve daha sonra da diğer insan kümeleri hakkında önyargılar üretme eğilimindeyiz. Benim fikrime göre, bu kültürel getto'ları aşmanın yollarından biri hikayet anlatma sanatıdır. Hikayeler sınırları yıkamaz ama mantık duvarlarımızda küçük delikler açabilir. Bu deliklerden bakarak Öteki'ni görebilir, hatta zaman zaman gördüğümüzü sevebiliriz.

Kurgusal öyküler yazmaya sekiz yaşında başladım. Annem bir gün elinde turkuvaz rengi bir defter ile gelip kişisel bir günlük tutmakla ilgilenip ilgilenmeyeceğimi sordu. Bugünden geriye bakınca, akıl sağlığımla ilgili hafif bir endişesi olduğunu düşünüyorum. Evde sürekli hikayeler anlatıyordum, bu iyi bir şey, ama bunları hayali arkadaşlarıma anlatıyordum, bu pek iyi değildi. İçine kapanık bir çocuktum; renkli boya kalemleriyle iletişime geçecek ve çarptığım objelerden özür dileyecek boyutta. Annem de gün gün yaşadıklarımı ve duygularımı yazmamın bana iyi gelebileceğini düşünmüştü. Ama annemim bilmediği bir şey vardı: hayatımı son derece sıkıcı buluyordum ve yapmak istediğim en son şey kendim hakkında yazmaktı. Bundan ziyade, kendim yerine başka insanlar ve yaşadıklarım yerine hiç olmamış şeyleri yazmaya başladım. İşte kurgu yazmaya karşı tutkum bu şekilde başlamış oldu. Yani en başından beri, kurgu benim için otobiyografik bir dışavurumdan ziyade öte dünyalara, başka olasılıklara yapılan aşkın bir yolculuktu. Ve lütfen sabır gösterin. Bir çember çizip yeniden bu noktaya döneceğim.

Hemen hemen aynı dönemde başka bir şey daha oldu. Annem diplomat olarak görev yapmaya başladı. Böylece anneannemin küçük ve batıl inançlı orta sınıf muhitinden dışarıya çıkarak, Madrid’de şık, havalı bir uluslararası okulda tek Türk olarak kendimi buluverdim. İlk defa burada "temsili yabancı" adını verdiğim şeyle de karşılaşmış oldum. Sınıfımızda, her ulustan öğrenci vardı. Ama bu çeşitlilik, kozmopolit eşitlikçi bir sınıf demokrasisi getirmiyordu. Aksine, her bir çocuğun kendisinin bir birey olarak algılanmadığı bunun yerine daha büyük bir şeyin temsilcisi olarak görüldüğü bir atmosfer oluşmasına neden olmuştu. Minyatür bir Birleşmiş Milletler gibiydik, aslında eğlenceliydi, ta ki, bir din ya da ulus hakkında olumsuz olarak algılanan bir haber duyulana dek. O zaman, onu temsil eden çocukla dalga geçilir, alay edlilirdi. Ben de bunu yaşadım, çünkü bu okula devam ettiğim süre boyunca ülkemde bir askeri darbe yaşandı, bir tetikçi Papayı vurdu ve Türkiye Erovizyon şarkı yarışmasında sıfır puan aldı. (Kahkahalar)

O günlerde sıklıkla okulu asar ve bir denizci olmanın hayalini kurardım. Kültürel klişeler ile ilgili ilk deneyimimi de orada aldım. Bazı çocuklar bana seyretmemiş olduğum "Geceyarısı Ekspresi" filmi hakkında sorular soruyorlardı. Günde kaç sigara içtiğimi sorguluyorlardı, çünkü bütün Türklerin sigara tiryakisi olduğunu sanıyorlardı. Kaç yaşından sonra başımı kapayacağımı merak ediyorlardı. Bunların ülkem ile ilgili en temel üç klişe olduğunu da bu şekilde öğrenmiş oldum; politika, sigara ve başörtüsü. İspanya'dan sonra Ürdün'e, Almanya'ya gittik ve Ankara'ya döndük. Gittiğim her yere yanımda taşıyabileceğim tek bavulum hayalgücümdü. Hikayeler bana başka türlü sahip olamayacağım bir merkeziyet devamlılık ve tutarlılık hissi verdi.

Yirmili yaşlarımda İstanbul'a taşındım, aşık olduğum şehir. Çok canlı ve kozmopolit bir muhitte yaşadım ve birkaç romanımı burada yazdım. 1999'da deprem İstanbul'u vurduğunda oradaydım. Sabahın üçünde koşarak binadan çıktığımda, sokakta gördüğüm bir şey hızımı kesti. Mahallenin bakkalı oradaydı -- huysuz ve alkol satmayan yaşlı bir adam vardı marjinal tiplerle konuşmazdı. Uzun siyah bir peruk takmış ve rimelleri akmış bir transseksüelin yanında oturuyordu. Adamın sigara paketini açıp titreyen elleriyle bir tane de ona uzatmasını seyrettim. Ve depremin olduğu gece ile ilgili aklımda kalan temel görüntü budur -- muhafazakar bir bakkal ile ağlayan bir travestinin kaldırımda yan yana sigara içişleri. Ölüm ve yıkım ile yüzleştiğimizde dünyevi farklılıklarımız buharlaşır, ve bir kaç saat için bile olsa hepimiz Bir oluruz. Ama ben her zaman hikayelerin de benzer bir etkisi olduğuna inanmışımdır. Kurgunun bir deprem kadar gücü olduğunu söylemiyorum. Ama iyi bir roman okuduğumuzda, kendi küçük apartman dairelerimizi arkamızda bırakıp daha önce hiç bir araya gelmemiş olduğumuz, hatta belki de ön yargılı olduğumuz kişileri tanımak için tek başımıza geceye dalarız.

Bundan kısa süre sonra, önce Boston sonra da Michigan'a bir kadın kolejine gittim. Bu yolculukları coğrafi bir değişimden ziyade dilsel bir değişim olarak yaşadım. İngilizce roman yazmaya başladım. Göçmen, mülteci veya sürgün değilim. Öyleyse bunu neden yaptığımı soruyorlar. Ama diller arasında seyahat etmek bana kendini yeniden yaratma şansı veriyor. Türkçe yazmayı çok seviyorum, bana göre çok şiirsel ve duygusal bir dil. Ve İngilizce yazmayı da seviyorum; benim için matematiksel ve zihinsel. Yani her bir dil ile farklı bağlarım olduğunu hissediyorum. Benim için İngilizce, tıpkı bugün dünyadaki milyonlarca insan için olduğu gibi, “sonradan edinilmiş” bir dil. Bir dile sonradan vardığınızda, orada daimi bir hayal kırıklığı yaşarsınız. “Sonradan gelenler” olarak, hep daha çok şey söylemek, daha iyi şakalar patlatmak, kendimizi daha iyi ifade etmek isteriz. Ama akıl ve dil arasında bir boşluk vardır ve bu ayrılık göz korkutucudur. Ama, eğer bundan ürkmemeyi başarırsak aslında son derece de motive edicidir. İşte benim Boston'da keşfettiğim buydu -- yaşadığım dilsel hüsran aynı zamanda motive ediciydi.

Bu aşamada, hayatımın seyrini giderek artan bir endişeyle seyreden anneannem, günlük dualarına benim bir an önce evlenip bir yerlere yerleşmemi de eklemeye başladı. Ve Allah’ın sevgili kulu olduğu için ben de evlendim. (Gülüşmeler) Ama yerleşmek yerine, Arizona’ya gittim. Ve kocam da İstanbul’da olduğu için, İstanbul ve Arizona arasında gidip gelmeye başladım. Dünya üzerinde birbirinden daha farklı iki yer daha olamaz sanırım. Sanırım benim bir yanım hep göçebe oldu; hem fiziksel hem de ruhsal açıdan. Hikayeler bana eşlik eder; varoluş yapıştırıcısı gibi parçalarımı ve hafızamı bir arada tutarlar.

Öte yandan, hikayeleri ne kadar çok sevsem de, bir hikayenin sadece bir hikayeden fazla bir şey olarak algılanması halinde, sihrini de kaybettiğini düşünmeye başladım artık. Ve bu sizinle birlikte düşünmek istediğim bir konu. İngilizce yazdığım ilk romanım Amerika'da yayınlandığında, bir eleştirmenden ilginç bir yorum aldım. "Kitabını beğendim" dedi "ama keşke daha farklı yazmış olsaydın". (Kahkahalar) Ne demek istediğini sordum. "Şöyle bir baksana, romanda pek çok İspanyol, Amerikan karakter olmasına rağmen sadece tek bir Türk karakter var, o da bir erkek." Sözü edilen roman Boston'da bir üniversite kampüsünde geçiyordu. Bana göre Türk karakterlerden ziyade enternasyonel karakterler içermesi konusundan dolayı normaldi. Ama eleştirmenimin ne aradığını anladım. Ve onu hayal kırıklığına uğratmaya devam edeceğimi de anladım. Zira benim kimliğimin birebir yansımasını görmek istiyordu. Yazar öyle olduğu için kitapta Türk bir kadın görmek istiyordu.

Hikayelerin dünyayı nasıl değiştirdiğinden sıklıkla bahsederiz. Ama kimlik politikalarıyla dolu dünyanın hikayelerin okunma ve eleştirilme süreçlerini nasıl etkilediğini de görmeliyiz. Pek çok yazar bu baskıyı hisseder, ama özellikle batılı olmayan yazarlar bunu çok daha ağır hisseder. Ama eğer benim gibi Müslüman bir dünyadan gelen bir kadın yazarsanız, o zaman sizden müslüman kadınların hikayelerini - ve tercihen mutsuz hikayelerini - yazmanız beklenir. Bilgilendiren, dokunaklı ve karakteristik hikayeler yazmanız ve yeni, deneysel ve avangard yazın türlerini Batılı meslektaşlarınıza bırakmanız beklenir. Madrid'deki o okulda çocukluğumda deneyimlediğim şeyler şu anda edebiyat dünyasında yaşanıyor. Yazarlar, farklı kişilikleri olan yaratıcı bireyler olarak görülmekten ziyade kendi kültürlerinin temsilciler olarak algılanıyorlar. Çin'den bir kaç tane, Türkiye'den bir kaç tane, Nijerya'dan birkaç tane... Hepimizin çok farklı, hatta “sıradışı” bir şeye sahip olduğu sanılıyor.

Yazar ve göçebe James Baldwin 1984'de bir röportaj sırasında sürekli homoseksüelliği ile ilgili sorulara maruz kalmıştı. Gazeteci onu “gay bir yazar” olarak yaftalamaya çalışınca Baldwin durdu ve şöyle dedi, "Görmüyor musunuz? Başkalarında olmayan hiç bir şeye sahip değilim, ve benim sahip olduğum her şey de herkesinkiyle bir.” Kimlik politikaları bizlere etiketler takmaya çalıştığında hayal kurma özgürlüğümüz tehlikeye girer. "Çok kültürlü edebiyat" denilen ve Batı dünyası dışından gelen bütün yazarların doluşturduğu bir sanatsal kategori var. Yaklaşık 10 sene önce, Harvard meydanında ilk "çok kültürlü edebiyat okuması" deneyimimi asla unutmayacağım. Üç yazardık, birisi Filipinlerden, bir Türk ve bir de Endonezyalıydık -- fıkra başlangıcı gibi malum, (Gülüşmeler) Bir araya getirilmiş olma nedenimiz aynı artistik zevkleri paylaşmamız ya da aynı edebi üslüba sahip olmamız değildi. Sadece pasaportlarımız yüzündendi. Çok kültürlü yazarlardan gerçek hikayeler anlatmaları beklenir, hayalgücü ürünü pek beklenilmez. Kurguya bir misyon atfedilir. Bu şekilde sadece yazarların kendileri değil onların kurguladıkları karakterler de daha büyük bir şeyin temsilcisi gibi algılanır.

Ama hemen eklemeliyim ki bir hikayeyi bir hikayeden fazla bir şey olarak görme eğilimi sadece Batı'dan gelmiyor. Bu heryerde böyle olabiliyor. 2005 yılında kurgusal karakterlerimin konuşmaları yüzünden mahkemelik olduğumda bunu ilk elden deneyimlemiş oldum. Bir Ermeni ve bir Türk ailesinin hikayesini kadınların gözlerinden anlatan, yapıcı, katmanlı bir roman yazmak istedim. Ama hakkımda dava açılınca benim mikro hikayem bir makro meseleye dönüştü. Ermeni-Türk çatışmasını yazdığım için kimileri beni yerdi, kimileri övdü. Oysa her iki kesime de bunun sadece bir kurgudan ibaret olduğunu anımsatma gereği hissettiğim zamanlar oldu. Sadece bir hikayeydi. Ve "sadece bir hikayeydi" derken işimi küçümsüyor da değilim. Ben edebiyatı kendisi için sevmek istiyorum, bir araç gibi görmek değil.

Yazarların politik görüşleri olabilir, hatta iyi politik romanlar da yazılabilir ama edebiyatın dili ile siyasetin dili aynı şey değildir. Chekhov, "Bir problemin çözümlemesi ile aynı problemi doğru bir şekilde sorabilmek tamamen iki farklı meseledir." demiştir. "Ve sadece ikincisi sanatçının yapabileceği bir şeydir." Kimlik politikaları bizleri böler, hikayeler ise birleştiriyor. Birisi kallavi genellemelerle ilgileniyor. Diğeri ise nüanslarla. Biri sınırlar çiziyor. Diğeri ise hudut tanımıyor. Kimlik politikaları katı tuğlalardan örülüyor. Edebiyat ise akan bir su gibi.

Osmanlılar döneminde "meddah" adı verilen seyyar hikaye anlatıcları vardı. Kahvehanelere gider, izleyicilerin önünde hikayeler anlatırlar, çoğu zaman doğaçlama yaparlardı. Hikayedeki her yeni karakterle birlikte, meddah sesini değiştirir, o karakteri canlandırırdı. Herkese açıktı, herkes seyredebilirdi -- sıradan insanlar, hatta Sultan bile, müslümanlar ve Gayrimüslimler. Hikayeler sınırların ötesine geçer. Tıpkı Orta Doğu'da, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Asya'da çok yaygın ve popüler olan "Nasreddin Hoca" hikayeleri gibi. Bugün de dün olduğu gibi, hikayeler sınırları aşmaya devam ediyorlar. Filistinli ve İsrailli politikacıları konuştuğunda genellikle birbirlerini dinlemiyorlar. Ama Filistinli bir okur Yahudi bir yazarın kitabını hala okuyor ve Yahudi bir okur da Filistinli yazarınkini, empati kurarak. Edebiyatın bizi daha da öteye taşıması lazım. Eğer bunu başaramazsa zaten iyi bir edebi eser değildir.

Kitaplar beni bir zamanlar olduğum o içine dönük çocukluktan kurtardılar. Ama onları putlaştırma tehlikesinin de farkındayım. Şair ve mistik Rumi ruhsal eşi Şems-i Tebrizi ile karşılaştığında, Şems’in ilk yaptığı şeylerden birisi Rumi'nin kitaplarını suya atmak ve harflerin yok oluşunu izlemek olmuştu. Sufiler şöyle der, "Sizi kendinizden öteye götürmeyen bilgi cehaletten beterdir." Bugünün kültürel gettolarının sorunu bilgi eksikliği değil. Birbirimiz hakkında çok şey biliyoruz ya da bildiğimizi sanıyoruz. Ama bizi kendimizden daha öteye götürmeyen bilgi bizi elitist yapıyor, mesafeli ve uzak. Çok sevdiğim bir metafor var; Bir pergel gibi çizerek yaşamak. Bilirsiniz, pergelin bir bacağı sabittir ve yere kök salmıştır; ama bu arada diğer bacağı sürekli hareket ederek büyük bir çember çizer. Ben kendi edebiyatımı da buna benzetiyorum. Bir ayağım istanbul'da güçlü Türk kökenimle duruyor. Ama diğer bacağım dünyayı geziyor, farklı kültürler arasında köprüler kuruyor. Bu açıdan, kurgularımın hem bölgesel hem de evrensel, hem buradan hem de heryerden olduğunu düşünmeyi seviyorum.

Aranızda İstanbul'u bilenler büyük ihtimalle Topkapı Sarayı'nı da görmüşlerdir, 400 yıldan uzun bir süre boyunca Osmanlı Sultanları orada ikamet etmişlerdi. Sarayda, en gözde cariyerlerin bulunduğu bölmelerin hemen dışında binaların arasında "Cinlerin Meşveret Yeri" denilen bir yer vardır. Bu kavram benim çok ilgimi çekiyor. Birşeylerin arasında kalan bölgelere bizler genellikle pek güvenmeyiz. Onları belirsizlik simgesi olarak alma ve dumansız ateşten yapılmış Cin denilen doğa üstü yaratıklara ait bölgeler olarak görme eğilimindeyiz. Ama bence biz yazar ve sanatçıların en çok da böyle aradalıklara, belirsiz bir bölgeye ihtiyacı var. Kurgu yazdığımda ben bu belirsizliği ve değişkenliği sevgiyle kucaklıyorum. 10 sayfa sonra neler olacağını bilememekten zevk alıyorum. Karakterlerim beni şaşırttıklarında mutlu oluyorum. Bir romanımda Müslüman bir kadının hikayesini yazabilirim. Ve bu belki de çok mutlu bir hikaye olur. Bir sonraki kitabımda ise Norveçten yakışıklı ve gay bir profesörü yazıyor olabilirim. Kalpten geldiği sürece, her şey veya herhangi bir şey hakkında yazabiliriz.

Audre Lorde bir defasında "Beyaz babalar bizlere düşünüyorum öyleyse varım demeyi öğrettiler" demişti. Ama onun önerisi "Hissediyorum, öyleyse özgürüm" diyebilmek idi. ben bunun harika bir paradigma kayması olduğunu düşünüyorum. Ama, o zaman neden bugün hala yaratıcı yazım kurslarında öğrencilere öğrettiğimiz ilk şey şu oluyor: Bildiğiniz şeyi yazın. Belki de bu başlamak için doğru bir yol değildir. Yaratıcı edebiyatta illa da bildiğimiz şeyi ya da olduğumuz şeyi yazmamız gerekmiyor. Gençlere - ve kendimize - kalplerimizi genişletmeyi ve hissettiklerimizi yazmayı öğretmemiz gerekiyor. Kendi küçük kültürel gettomuzdan dışarıya çıkmalı ve gidip bir sonrakini ziyaret etmeliyiz ve bir sonrakini...

Sonuçta, hikayeler dönen semazenler gibiler, çember ötesi çemberler çizerler. Kimlik politikalarını aşarak tüm insanlığı birleştirirler. Ve bu da iyi haber. Eski bir Sufi şiiri ile bitirmek istiyorum. "Gelin tanış olalım; İşi kolay kılalım; Sevelim sevilelim; Dünyaya kimse kalmaz."

Teşekkür ederim.

(Alkışlar)

Sunday, November 28, 2010

Well, no one told me about her
The way she lied
Well, no one told me about her
How many people cried

But it's too late to say you're sorry
How would I know
Why should I care
Please don't bother trying to find her
She's not there

Wednesday, November 24, 2010

Yeni fotomanipülasyon, Tuhaf huylar mimi

Geçen hafta yeni bir fotomanipülasyon (artık fotomanip diyeceğim kısaca) üzerinde çalıştığımı söylemiştim ya, onu şimdi yayınladım. Yapacağım şey aslında iki fotomanipten oluşan tek bir çalışmaydı; resmin üst tarafı bir fotomanip, alttaki de ayrı bir tane olacaktı. Bu gördüğünüz altta olması gereken.

Sonra bu çalışmaya devam etmem anlamsız kaldı. Bu yüzden bu haliyle yayınlamaya karar verdim.


Precious by =CoolBlue-Gord10 on deviantART

---

Bu sabah beni olduğum yere yıkan bir şeyi görmeden birkaç saat önce şu aşağıdaki yazıyı yazıyordum (ve üzgünüm, yazıya devam edemeyeceğim.) :


Geçen gün Sir Aenas tarafından mimlendim, "Garip alışkanlıklar mimi". Bir kısmını listeleyeyim:

1. Bazı nesneleri, cisimleri çok sevmek, sürekli onların fotoğrafını çekmek
Mesela salondaki avizeyi, kış temalı mavi kupamı, aslan figürlerimi (bir de evin bodrumunda duran, henüz hiç resmini çekmediğim pirinç, koca bir figür var, babama hediye gelmişti). Geçen gün annem bana bir bardağımın kırıldığını söylediğinde o kırılanın mavi kupam olduğunu zannedip korkmuştum, sıradan bir bardağın olduğunu öğrenince de rahatladım.

Kabileler halinde yaşayan insanlarla dalga geçerdim eskiden, "Hehehe, salaklar, cansız totemlere tapıyor!" diye, ama sonra onları anlamaya başladım; bazı nesnelere sahip olmaları gerektiğinden fazla anlam yükleyebiliyoruz. Ve belki kavramlara, bazı insanlara da.

2. Narsisizm
Bunu açıklamama gerek var mı? Yarı alakalı olarak, bazen kendimi aynadaki yansımama kilitlenmiş, düşüncelere dalmış bir şekilde buluyorum.

3. İyi bir dinleyici olmak
Aslında "fazla iyi" bir dinleyiciyim. Dikkatimi etrafımda bulunan, birbirleriyle konuşan insanların ne dediklerinden kendi işime taşımakta zorlanıyorum. Kalabalık FRP etkinliklerinde, partilerde filan bazen hiç tanımadığım insanların yanlarına gidip ne konuştuklarını dinliyorum, mesela Ankara'ya geliş maceralarını. Bazen çok önemli bilgileri yabancıların (veya tanıdıklarımın birbirleriyle) konuştuklarından öğreniyorum.

Birisi birisine benim yanıtını bildiğim bir soruyu sorduğunda ve cevap alamadığında (daha da kötüsü, yanlış cevabı aldığında) acı çekiyorum (mesela servis durağında birkaç kız kitaplar hakkında konuşuyordu, eğer bir forumda olsaydık onların konuştuklarına bir sayfalık bir yorum yazabilirdim). Kötü olan başka bir şey de, birisi bana seslendiği (ama adımla seslenmediği) zaman sanki onu duymamış gibi davranmış gibi görünebiliyorum, çünkü insanları duymuyormuşum gibi davranmaya çok alışkınım. Birisi çok komik bir espri yaptığı zaman güldüğümü belli etmemek de zor oluyor. Eğer hakkında konuştukları şey ben değilsem onların konuşmalarına asla dahil olmuyorum.

Öyle işte..

Monday, November 22, 2010

Günümüz Türk siyasetçilerinin tartışmaları son günlerde biraz olgunlaşmış gibi. Birkaç ay önceki
Biz olalım hasta,
Onlar yesinler pasta!
tadında, ilkokul seviyesindeki tartışmalardan ergenliğe terfi edilmiş.

Sunday, November 21, 2010

Saturday, November 20, 2010

Biraz değişiklik

Blog sayfama girdiğinizde fark etmişsinizdir (gerçi bu cümleyi büyük ihtimalle ilk kez Blog Takip şeyinden okuyacağınız için fark etmemişsinizdir), yukarıda Asporia: Gizli Tehdit'in linki var. Yayınladığım oyunların web sayfası ihtiyacını buradan gidermeye karar verdim, çok sayıda bağımsız yapımcının oyunlarını ayrı bir site yerine kişisel sitelerinde yayınladıklarını gördükten sonra. Tamam, ayrı ve yeteri kadar güzel bir site hazırlamaya üşendiğimi itiraf etmeliyim, ama o şekilde de sunduğum ürünler çok soğuk görünüyor. Sanki benim kim olduğumdan bağımsız, ticari amaçla yapılmış şeylermiş gibi. Kabusta Kaybolmak'ı 2010 sürümünü bitirdikten sonra ekleyeceğim buraya (koca bayramda tek satır şey yapamadım, fotomanipülasyonla meşguldüm.)

Aslında onları oraya koymamın amaçlarından birisi yıllardır doğru düzgün bir şeyin yayınlanmadığı gerçeğini hatırlatması bana.

--

Sıradaki yazım Sir Aenas'ın bana attığı Garip Alışkanlıklar Mimi pası üzerine olacak.

Thursday, November 18, 2010

Retro posterler




Son bir-iki gündür bir fotomanipülasyon üzerinde çalışıyorum, biraz önce eski stok fotoğraf arşivime bir göz attım bu nedenler. Çok iğrenç, yayınlanmamış eski çalışmalarımın yanında 2008'li yıllarda internetten indirdiğim ilginç resimlere de rastladım. En çok beğendiklerim, bu altta gördüğünüz retro (yani Mirror's Edge gibi nispeten yeni oyunlar için, sanki onlar 80'lilere aitmiş gibi hazırlanmış) oyun posterleriydi. İndirme kaynağını bulamadım malesef, Google'da o kadar arayıp taramama rağmen. Doğru anahtar kelimeleri bulamamış olmalıyım.




Her neyse, harddiskimde kalanlar:


Böyle pikselize, retro şeyleri -özellikle de oyunlarla ilgili olanları- neden bu kadar çok sevdiğimi bilmiyorum. Herhalde bana mutlu bir geçmişi hatırlattığı, o yıllarda yapmak istediğim şeyi bugün yapabileceğim gerçeği sayesinde...




Ek olarak, Penney Design diye bir yer buldum, yine benim gibi retroseverlerden oluşan bir grafiker grubu. Linkini verdiğim Tumblr sayfalarında çok güzel şeyler var.

Sunday, November 14, 2010

Bilgisayar başında verimli çalışmak

Dünyanın en verimli ve çalışkan insanı olduğumu söyleyemem, özellikle son haftalarda dikkatimi işlerimin üzerine odaklamakta sıkıntı yaşıyorum. Ama yine de az buçuk bir şeyler yapabilmeyi başarıyorum, özellikle bitirme projesi ve ödevlerim için. Bu blog yazısını verimli çalışma yöntemlerine adayacağım. Elbette bu aşağıdakiler sadece birer öneri, benim için faydalı oldukları için sizinle paylaştıklarım. Fikirlerinizi, önerilerinizi duymaktan mutluluk duyarım.

Ǿ Çalışma ortamınızı düzenli tutun
Odanızı, bilgisayar/çalışma masanızı toparlayın. Dağınık bir odada bulunmanın insanı bir şekilde etkilediğine inanıyorum, gözünüz odadaki dağınık eşyaların üzerinde olmasa bile sizin dağınıklığı hissedeceğinize.

Aynı şekilde bilgisayarınızın masaüstünü de düzenli tutmakta, gereksiz kısayolları silmekte veya en azından bir klasöre filan toplamakta fayda görüyorum, masaüstüm çöp yığını gibi kaldığı zaman içinden pek bir şey yapmak gelmiyor cidden.

İyice gereksiz bir ayrıntı gibi görünebilir, ama masaüstünüzün arkaplanının da sizi etkileyebileceğine inanıyorum. Uyumsuz, göz yorucu bir masaüstü kadar tehlikeli olabilecek şey, genişlik-yükseklik oranı bozulmuş veya bulanık bir masaüstü resmidir bence. Belki sadece bendedir, bilmiyorum, ama soldaki gibi bir masaüstü bende yaptığım işi baştan savma yapıp bırakma isteği uyandırıyor.

Klavyemi daha rahat görmek için bir masa lambası kullanıyorum, eğer odanızın ışıklandırması yetersizse bir masa lambası kullanmanız da şiddetle önerilir.

Eğer çalışma ortamında sizi rahatsız eden başka herhangi bir şey varsa onu ortadan kaldırmadan çalışmanıza başlamayın. İyice okul müdürü havasına gireceğim, farkındayım, ama eğer yazı yazarken uzun tırnaklarınızın sizi olumsuz bir şekilde etkilediğini hissediyorsanız tırnaklarınıza veda etmeyi ertelemeyin. Aynı şekilde disklerinizin defrag işlemini de, eğer disklere erişim süreniz iyice uzamışsa.



Ǿ Müzik
Dinlemek istediğim parçalara kolayca erişimimi sağlayan WinAmp, AIMP2 gibi programları çok seviyorum. Bir şarkıyı klasör klasör aramak zorunda kalmamakla beraber, AIMP2'de şimdi dinlediğim şarkıdan sonra çalmasını isteyeceğim başka şarkıları bir kuyruğa ekleyebiliyorum bile.


Web radyoları da güzeldir, özellikle Sky FM.


Ǿ Chat
İşlerinizle ilgili değilse MSN ve IRC'den uzak durmanızı tavsiye ederim. İnsanların şu an ne yaptığını pek önemsemeyin.

--

Bu arada, alttaki benim gerçek masaüstüm.


Saturday, November 13, 2010

Reklamlar


Dün blogumun sağ tarafına Portıbıl Jiysıs reklamını koymuştum gerçi, ama ayrı bir blog yazısı olarak da ilgili reklamı yapayım.
 
Biz ordaydık, şimdi de burdayız ki! diye bir tane blog var, sağda resimlerini gördüğünüz kişilerin gezi, tatil maceralarını içeriyor. Ama tam gezi blogu da değil, benim Ahmetler dergim gibi bir şey (ama Ahmetler'den daha okunası kesinlikle). İki arkadaşın yaptığı geyiklerden oluşuyor blog, arada bir bilgilendirdiği de oluyor. Blogu en başından, yani Haziran 2010'dan sona doğru okumanızı tavsiye ederim

 
Ahmetler dergisi neydi peki?

 
Hiç küçükken dergi çıkarmış mıydınız bilmiyorum, ben çıkarmıştım 6-7 yaşlarındayken. İçeriğini pek hatırlamıyorum, çocukça şeylerdi herhalde (ne şaşırtıcı!). Sanırım aile bireylerinin resimlerini çizmiştim. Uff neyse, son bir-iki yılda o dergiyi yeniden hortlattım, içerikleri rastgele, çocukça şeylerdi yine. Elen sayısı benim favorimdir (ki zaten sadece iki sayı var, Elen sayısı ikinciydi. Phi sayısı çok rezil olduğu için buraya koymak bile istemiyorum, Elen sayısı daha az rezil).

Turkcell'in desteğini çekmiş olduğu müthiş Mustafa belgeselinin çıktığı dönemde hazırlanmıştı bu Elen sayısı. Esprilerden birisini biraz açıklamış olayım (ve bir de "R...." yerine "T....." ismini kullansaydım, belki o espriyi daha fazla insan anlardım, ama bu da çok iyi olmazdı).

Okunması, okuddurulması gereken eserler bunlar.

Buruk

 Lost in the Nightmare 2010 sürümü için aklımda gerici bir fikir var.

Oyunun iyi sonunu sevmediğimi önceden söylemiştim. 2008 Deluxe versiyonunda 2005 (yani orijinal) versiyonuna eklenen şeylerden birisi de ek bir bölümdü, oyunun iyi sonunu bir 5 dakika filan daha uzatacak bir bölümdü. Şimdi 2008 versiyonuna baktığım zaman o ek bölümden tiksindim. Oyunla ilgili çok fazla gizemi açıklıyor, 2005'teki orijinal bölümlerden de görsel olarak bir hayli farklı.

Oyunun hem iyi sonunu, hem de o 2008'de yaptığım ek bölümü kaldırmak istiyorum. İyi sona ulaşmamızı sağlayacak şeyleri yapmamız ve oyunun sonuna kadar ulaşmamız oyunun bonus içeriğine ulaşmamızı sağlayacak. Bonus içerik olarak o ekstra bölümün resimlerini ve daha önceden asla yayınlanmamış LitN sahnelerini koyarım herhalde.

Sizce de iyi bir fikir değil mi?

---

Dün yazdıklarım

Bazı şeyleri anlamıyorum.

Dün çok popüler bir blogtaki yeni bir yazıya yorum yazmıştım. Çok uzun değildi, ama yine de biraz emek vermiştim kesinlikle. Mantıksız değildi, sözü edilen konuya diğer okuyuculardan daha farklı bir bakış açısıyla değinmiştim. Kimseye hakaret filan etmemiştim, sadece kibrimi yansıtmıştım "İşte benim kız arkadaşım beni, ben başlangıçta ona karşı pek bir ilgi göstermediğim halde üzerime giderek beni kapmıştı, her şeyi erkeklerden beklemeyin." diye (ki yorumum sırf bundan oluşmuyordu, sizi temin ederim). Yayınlanan yorumlar arasında "kabız tedavisinde göte sokmak suretiyle kullanılan fitil, tuza düşerse ne olur?" gibi ifadeler taşıyan veya rezalet bir Türkçeyle yazılmış olan yorumlar var (biliyorsunuz, imla kurallarına dikkat eden insanlar olarak azınlıktayız biz bu ülkede), ama benimkisi yok. Acaba yorumumu yazmadan önce benim varlığından haberdar olmadığım bir alt benliğim yorumun altına "Hebele höbele küfür küfür" mü yazdı da benim yorumum yayınlanmadı diye merak içerisindeyim.

Bastırılan öfke nöbetleriyle, çalışmakla, kafeinle, bozuk uyku düzeniyle, Linux'la, müzikle, arada bir sevdiğim şeyleri yapmakla ve dinlenmekle geçiyor son haftalarım. Oyun nâmına pek bir şey yapamadım son zamanlarda, kafamı toparlayamıyorum. Yarın okul yerine Atom'a gitmek istiyorum, belki biraz bir şeyler yapmayı başarırım.


Bugün Oyungezer'in yeni sayısında Bağımsız Macera Oyunları dosyasını görünce içim burkuldu, benim yaptığım bir şey orada olmadığı için. Ama ne bekleyebilirim ki? 2008'deyken insanlara Düşnehri'nin 2009'da filan çıkacağını söylüyordum, ama arpa boyu kadar yol alabildim. Okulla beraber bu işi zor yürütebiliyorum, 2005'teki Kabusta Kaybolmak'ımın 5'inci Yıl Sürümü'yle bile ilgilenemedim, bitirme projem ve ödevlerim yüzünden. Grrrr. En azından bitirme projem iyi gidiyor.



Yayınlamayı unuttuğum resimlerden...

Tuesday, November 9, 2010

Taksim'de 50 denyonun 3 gence saldırması



Bugün Twitter'da gördüğüm, Ekşi Sözlük kaynaklı bir haberden sonra ülkemizdeki cahil, denyo, beyinsiz insanlardan neden bu kadar çok nefret ettiğimi tekrar hatırladım. İzninizle Ekşi Sözlük'teki haberden, 50 magandanın elinden kurtulan müzisyenin kaleminden alıntı yapayım burada:


Öncelikle şunu söylemeliyim: iyiyiz. Vücudumuzdaki çeşitli morluklar ve ezikler dışında hiçbir problemimiz yok. Ortopedist kuzenimi de aradım rapor verdim tehdit oluşturacak bir durum da yok. Dakika dakika rapor alıyor benden zaten. Kırık-çıkık, kısaca risk oluşturan hiçbir durum yok. Yani telaşlanmanızı istemiyorum.

Şimdi olayı anlatmaya geçiyorum:

Yaklaşık iki saat önce, davulcumuz aşkın, vokalistimiz Fatma ve ben Galatasaray'daki stüdyomuzda kayıtlarımızı bitirmiş eve doğru yola çıkmıştık. Gayet neşeli ve heyecanlıydık. İstiklal'deki McDonald's' ın oraya geldiğimizde yaklaşık 50-60 kişilik bir kasımpaşa taraftar grubu "Beşiktaş ananı sikmeye geldik!" şeklinde bağırarak caddede yürüyordu.

O noktadan sonra gelişen olaylar nasıl gelişti inanın çok net analiz edemiyorum. Ön sıradaki 4-5 kişilik bir grup arkamızda artık bir Beşiktaşlı mı gördü, yoksa benim altımdaki siyah-beyaz eşofmana mı takıldılar bilemiyorum.
Bakın arkadaşlar abartmıyorum, en az 50 tane gözü dönmüş adam, size şu an tarif edemeyeceğim bir şiddetle bize vurmaya başladı. İnanın ağzımızdan ne tek bir kelime çıktı, ne adamlara bir bakış attık. Sadece üzerimize öldürmek için gelen 50 tane adam gördük.

Öldürmek için vuruyorlardı arkadaşlar. İnsan evladı, bırakın insan evladına, önündeki boş kutuya bu hırsla, bu kuvvetle vuramaz.

Arkadaşlar, hepsini geçtim. Biz iki tane adamız. Evet buraya kadar bile "insan" olanın aklı almıyor. Yanımda 1.55 boyunda 45 kilo bir kadın var. Aklınız, dimanız alıyor mu a dostlar?

Ne "Abi bizim bir alakamız yok" demeye takatiniz var, ne de bunu duyacak adam. Ortada durumu fark edecek ne bir polis var, ne de onların biz ölmeden bizi kurtarmasına yetecek zaman.

Ben Fatma'nın üstüne kapaklanmış kaçırmaya çalışırken, tam birileri dolu bir bira şişesini Aşkın'ın sırtında patlattığı sırada McDonald's'dan insanlar bizi içeri çekti, ben Fatma'yı yaka paça içeri fırlattım ve kapılar kapandı.

Arkadaşlar eğer bizi kurtarmasalardı, size teminat veriyorum ölmüştük. Hiç şansımız yoktu. İnanın durumun şokuyla abartmıyorum. Ben kimsenin kimseye böyle vurduğunu görmedim hayatımda. Ben böyle bir şeye tanık olmadım.

Şimdi, eminim şu ana kadar bir çoğunuz yapmıştır, ama kendinizi benim yerime koyun.

İstiklal Caddesi.

İstanbul.

2010.

Saat 22:30

3 genç

Üzerimizde provakatif hiçbir kıyafet yok.

Ağızlarımızdan çıkan tek bir kelime yok.

O tarafa bakmıyoruz bile.

Beşiktaşlı bile değiliz anasını satayım!

Ben takım tutmuyorum, maç bile izlemem ben!

50 tane gözü dönmüş adam yalnızca saf bir nefretle öldürmek için size vuruyor.

Yanınızda canınızdan çok sevdiğiniz 1.55 boyunda 45 kilo bir bayan, sizin kalçanıza, göğsünüze, bacaklarınıza, kafa tasınıza, her yerinize gelen öldürmek amaçlı ve zaten ölümcül darbelerden nasibini almasın diye kapaklanmış sadece "Abi bizim alakamız yok!" diye bağırıyorsunuz.

Ve sonra tesadüfen bir kaç kişinin sizi açık kapıdan içeri çekmesi sayesinde canınızı kurtarabiliyorsunuz.

Benim yerimden düşünün.

Şimdi beni bu insanları sevmeye kim ikna edecek?

Beni bu "güzel" ülkenin "güzel" insanlarını sevmeye kim ikna edecek?
Bu insanlar ezilmesin diye eylem yapmam için beni kim ikna edecek?

Sevdiğimin İstanbul'unu temiz tutmak için ben motivasyonu nereden bulacağım?

Ben bu ülkeye neden emek vereyim?

Ben, bu insanların teker teker, istisnasız, sorgusuz sualsiz katledilmesine neden karşı çıkayım?

Bırakın bana, "Aslında onu oraya getiren şartları tartışmak lazım," ayaklarını.

Sen orada değildin. Orada ölmek üzere olan bendim, ben. Sebepsiz yere. Yok yere. Ben müzisyenim. Ben albüm kaydediyorum. Ben üniversite öğrencisiyim. Ben 23 yaşındayım. Ben hiç suç işlemedim. Ben kimseyi kışkırtmadım.

Bana bu insanların neyini savunacaksın?

Ben neden bu insanları öldürmek istemeyeyim?

Bana bunu açıklayın.

Ben neden bu insanların benimle eşit olduğunu düşüneyim.

Neden yaşama hakları olduğunu savunayım?

İşte ilkin böyle düşündüm. Aslında hala da biraz böyle düşünmüyor değilim.

Her şeyi bırakıp kaçmak istedim sadece.

Hiç kimse hiçbir şey için değmez dedim.

Hele bu ülke. Hele bu insanlar.

Bırakın bana "Geri bıraktırılmış" ayaklarını, dedim.

Onlar bu ülkedeyse ben de bu ülkedeyim.

Ben onlardan çok daha fakir büyüdüm.

Ben onlardan çok daha fazla ezildim. Bunları kuşkusuzlukla söyleyebilecek kadar sert geçti çocukluğum benim.

Bu insanlar daha geçen günlerde, şehit anneleri için imza toplayan adamları dövdüler. Evet yine Kasımpaşa taraftarları.

Bugün rastgele 3 genci öldürmek istediler?

Biz bir grup genç olarak, çok ciddi çevreci-aktivist bir hareketin teorik altyapısını oluşturmakla meşgulüz şu aralar.
Şimdi beni devam etmeye kim ikna edecek?

Bu insanlar için çaba sarf etmeye beni kim ikna edecek?

Ama işte!

Bunları yazarken bile kendime inanmıyorum.

Çünkü eminim, yarın bin katı hırsla sarılacağım o projeye. Bir istiyorsam bin istiyorum şimdi. Sebebini bilmiyorum ama öyle. İçimden öyle geliyor işte!

Gece gece kafanızı şişirdim.

Sadece neyle karşı-karşıya olduğumuzu, neyi değiştirmeye çalıştığımızı en çıplak gerçekliğiyle karşısında nefes alırken görmüş birinin birinci ağızdan düşünceleri bunlar.

Şimdi iyi sayılırız. Biraz kas gevşetici, ağrı kesici aldık.

Vücudumun her tarafı mosmor, ezik ve çürük içinde.

Sevgiler.

Mor.

Can Temiz

Kişisel yorumlarıma gelirsek;

Biliyorum; nefret, nefreti doğurur, benim şu an o kişilere kusacağım ve belki de benzeri görüşlere sahip başka insanların göreceği bu nefret sonra bana veya bir başkasına geri dönecek. Ama cidden, nefretten başka bir şey hissedemiyorum, yoldan geçen üç kişiyi sadece başka bir takımın taraftarları diye (ki o üç gencin aslında futbolla ilgisi olmamasına rağmen) öldüresiye dövebilen futbol denyolarına, magandalara karşı...

Sizler hiçbir boka yaramayan, yaramayacak, üretemeyecek, sadece üretileni yok edecek asalaklarsınız. Bir futbol kulübü için yoldan geçen insanı öldürebilmeyi normal karşılayacaksınız, çünkü o sizin taptığınız, fanatiği olduğunuz şeyin aslında para kazanmak, biraz da insanlara eğlence sunmak amaçlı kurulduğunu göremeyecek kadar körsünüz. "Sen de bilgisayar oyunlarını seviyorsun amaa!" diyeceksiniz, ama ben mesela Heavy Rain'i veya benim yaptığım bir oyunu beğenmedi diye bir insanı dövmeye kalktığımı hatırlamıyorum, veya benim gibi agnostik olmadığı için. Öfkenizi ikisi kadın üç müzisyenden veya kutusunda uyuyan bir kediden çıkaracak kadar zavallısınız.

Sunday, November 7, 2010

While My Guitar Gently Weeps

Evrenin en güzel filmlerinden birisinden...

Saturday, November 6, 2010

Günlük şeyler

Misafirler
Grr, annem taburcu olduktan sonra akrabalar eve hasta ziyaretine ve bize yardıma geldiler. Üç kişi, gelmelerine gerek olmadığını söylediğimiz halde. Şu an eve 7 kişi doluşmuş durumda. Uzun bir süre gece bilgisayarımı kullanamayacağım, çünkü odamda kuzenim yatıyor olacak. Ev tütün kokuyor. Ablamla akşam dışarı çıkamayacağız, çünkü ayıp olacak onlara.

Eğer hastaneden çıkan bir akrabanızı ziyaret edecekseniz bunu lütfen kısa tutun. Eğer yardımınıza ihtiyaçlarının olmadığını söylüyorlarsa yardımcı olmak için ısrar etmeyin. Biz dördümüz çok güzel bir sisteme sahiptik, anneme hem çok iyi bakılıyor, hem de günlük işlerimizden mahrum kalmıyorduk.

Zehirli mantarlar
Şöyle bir şey duydum ablamdan: Son günlerde topraktan mantarlar çıkmaya başlamış, son yağmurlardan sonra. Onlar çok zehirliymiş, dokunulmamaları gerekiyormuş (ve tabi yenmemeleri de). Aklınızda bulunsun.

Fotoğraflar





Random infrared shot, I by =CoolBlue-Gord10 on deviantART
Kızılaltı filtre alıp da bu yukarıdaki fotoğrafı çekmeyeni dövüyorlarmış.


Utopya, II by =CoolBlue-Gord10 on deviantART
Bu da benim hep çekmek istediğim, anlamlı bir fotoğraf, Ütopya, II. Hayal ettiğim kadar güzel ve başarılı olmadı. Aynı konuyu önce infrared filtreli, sonra da normal olarak çekip birleştirdim; sadece renk katmak için değil, infrared fotoğraf fazla bulanık çıktığı için. Bu fotoğrafı tekrar çekmek istemiyorum, çünkü tek bir infrared kare için bir dakika filan orada beklemeniz gerekiyor. Bu da çok dikkat çekiyor, güvenlikçilere tekrar ne yaptığımı açıklamak istemiyorum.

Thursday, November 4, 2010

Heavy Rain'in silinen sahneleri yayınlandı!

Heavy Rain'in yapımı esnasında hazırlanmış, ama sonra oyundan çıkarılmış olan sahneler yayınlandı. Çok ağır bir şekilde spoiler içerdiği için sadece oyunu bitirmiş oyunculara hitap ediyor bu linkini verdiğim video.

Keşke blackout kabusları gerçekten oyunda olsaydı.

Monday, November 1, 2010

31 Ekim fotoğrafları

Makineme henüz hakimiyet kuramadım.



Henüz Ankara'da istediğim gibi bir filtre adaptörü, yani 52 mm çaplı objektife 55 mm çaplı filtreyi geçirebileceğim aparatı bulamadığım için onu kartondan kendim imal etmek zorunda kaldım. O kendi imalatımı takacağım diye odak bozuluyor veya aslında düzgün takamamış oluyorum. Pff. Altınpark'ın istediğim gibi görünmeyen kızılaltı fotoğrafları, yukarıdakiler.

Bunlar da dün Altınpark'ta çektiklerimden fena olmayanlar. HDR'ı beceremedim henüz.




Aslı ve Gökhan'la Cadılar Bayramı partisine gittik. Makinemden üç tane güzel fotoğraf çıktı, birisi yukarıdaki. Gökhan çekti. Diğer ikisini de DeviantArt'a koydum.