Monday, December 12, 2011

Ayna

Bu yıl yazdığım ikinci Asporia hikâyesi işte karşınızda.
Asporia ve Arleon hakkında bilgi edinmek için öncelikle Asporia geceleri  isimli gönderimi okuyabilirsiniz.


---


Eğer kendinize ait bir şatoya sahip olabilecek kadar olağanüstü bir güç bulunuyorsa elinizde, sizin elinizdekini almak isteyen düşmanlara da sahip olmanız kaçınılmazdır, gizli ya da açık. Düşmanlarınıza göz dağının verilmesi gerekir. Sizi ve ülkenizi yok etmeye yeltenmiş olanların artık hayatlarının geri kalanını yerin altındaki bir zindanda geçiriyor olduğu gerçeği, ordunuzun envanterindeki herhangi bir silahtan daha etkilidir.

İşte bu yüzden zindanlarınız vardır, düşmanlarınızı basitçe yok etmekten daha fazlasını yapmanız gerekir. Zerafet örneği şatolarınızın yer altı katları bu karanlık hapishanelere ev sahipliği yapar. Utandırıcı sırlar gibi yerin dibinde gömülüdür bu katlar, çünkü sürekli gözünüzün önünde bulunmasını istemezsiniz onların, ama yine de ihtiyacınız olduğunda erişilebilir olmalılar.

Karlı bir dağın tepesine inşa edilmiş Aslan İni de kasvetli yer altı katlarına sahip ihtişamlı şatolardan birisidir. Asporia'yı işgal etmeye kalkan mağlup liderlere, ülke sınırları içerisine girip korkunç suçlar işlemiş manyakların evidir bu zindanlar. Çok düşük sıcaklıklarda zamanın normalden daha yavaş ilerlediğini söylerdi Klox. Bu hiçbir zaman bilimsel olarak kanıtlanamadı; ama nedense, Aslan İni'nin merkezî ısıtmasının ulaşmadığı bu yer altı katlarında tutulan bir saatin, yüzeye çıkarıldıktan sonra diğer saatlerden daha ileri bir zamanı gösterdiği gözlemlenmektedir. Mâhkumların büyük bir kısmı büyücülük konusunda uzman olduğu için, bu zindan katlarında kendisinden başka herhangi bir büyünün yapılmasını engelleyen bir büyü etkin konumdadır (elektronik sinyaller için "jammer" neyse bu büyü de odur). Belki zindan katlarında geçen zamanın göreceliğinin nedenlerinden birisi budur, ama o bu jammer büyünün normalde böyle bir etkisi olmadığı da bilinmektedir. Kısacası, zamanın burada neden yavaş geçtiği bir sırdır.

Diğer şatoların zindanlarından farklı olarak, bu katların karanlık olduğu söylenemez. Her yer beyaz neon lambalarla aydınlatılmıştır, bu lambalar hiç sönmez. İçeride pencere diye bir şey yoktur (eh, yer altındayız), Asporia'ya kutup sabahı hakim olsa bile güneş ışığı buraya ulaşamaz. Zaman kavramının kaybolmasının nedenlerinden biri de ışıkların daima açık olmasıdır, siz hücrenizde uyumak isteseniz bile.

Elektronik kapılar ve güvenlik kameralarının yanı sıra, nöbetçi insan askerler de bu zindanın güvenliğini sağlamaktadır. Asporia'da normalde nöbetçi olarak insan kullanılmaz, silahlı androidler geliştirilmiştir bu iş için. Ama güvenliğin tamamının elektronik bir sisteme bırakılamayacağı bölgelerden birisi hapishanelerdir, özellikle de prensin yaşadığı şatonun içerisindeyse. Askerler, duvarları taşla örülü bu soğuk koridorlarda kendilerini sıcak tutmaya yarayan kalın, mavi bir üniforma giymektedir. Başlarını da koruyan bir kaskla birlikte, askerlerin vücut sıcaklığının korunması ve hapisten kaçmayı başarabilecek tehlikeli suçluların saldırılarından korunması sağlanır. Askerlerin ellerinde AK-47'lerle nöbet bekler, çünkü gerçekten de bu kadar ciddi bir güvenlik önlemini gerektirecek suçlulara ev sahipliği yapar bu zindanlar.

Dışarıda ay ışığının bile olmadığı bir kutup gecesinde (daha doğrusu, aylarca süren kutup gecesinin birkaç saatlik bir parçasında) Aslan İni'nin zindanının giriş kapısının önünde bekleyen iki tane Asporia nöbetçisi birbirleriyle konuşuyordu:

- Prens'i pek iyi görmüyorum bu günlerde...
- Hmm... Ben de. Kendisini kaybetmiş gibi. Bu gece de öyle, kapıdan girerken. Ama asıl sorun bence ne, biliyor musun?
- Hayır...

Bir süre sustular, zindanın derinliklerinden gelen bir ağlama sesini dinlediler, aşağıda hapsedilmiş yaşlı bir cadıya ait. Nöbetin tutulduğu giriş kapısına kadar ulaşan ses dalgaları ancak bir fısıltı kadar şiddetliydi. Ama zindana ilerleyen hol o kadar sessizdi ki, uzaktan gelen bu haykırış yine de duyulabiliyordu.


- Asıl sorun, Prens'i bizim görüyor olmamız.
- Ummm, anlamadım?
- Yani onun buraya sık sık gelmeye başlaması... Fark ettin mi bilmem, zamanının çoğunu burada geçiriyor. Buraya ülke işleriyle ilgilenmek için mi geliyor sence?
- Hayır.
- O olaydan sonra kendisini toparlayamadı. Yani ne bileyim, geçmişi hakkında fikir sahibi olmadığı güzel bir leydiyle ilişkiye başlaması, ona bağlanmaya başlaması... Sonra onun kılık değiştirmiş bir cadı olduğunu, kendisinin konumunu suistimal etmek için kılık değiştirdiğini öğrenmesi...
- Ama o olaydan sonra kendisini toparlamamış mıydı? Yani duyduğuma göre ana holdeki masasından günlerce kalkmadan ülkeyi yönetmeye devam etmiş, Şövalye Aria Vita'yla birlikte.
- Eh, görünüşe göre uzun sürmemiş.

Nöbetçiler sustu, aşağıdan gelen ağlama sesi birdenbire yerini tiz, çatlak bir çığlığa bıraktı. Üzerinize kızgın yağ döküldüğünde atacağınız türden korkunç bir çığlık.

- Tanrım, ne yapıyor böyle? Hiç böyle bir çığlık duymuş muydun önceden?
- I ııh..

Çığlık, yerini haykırışlara, hıçkırıklara bıraktı. Önceki ağlama sesinden daha şiddetli olduğu kesindi, askerlerin nöbet tuttuğu holde bile yankısı duyulabiliyordu cadının ümitsizliğinin. Muhafızlar sessizlik içerisinde nöbetlerine devam etti, birbirlerine bile bakmadan.

Kısa bir süre sonra holün kapıları açıldı. Arleon, lacivert pelerinine sarılmış, şatosunun zindanından sakin adımlarla çıkıyordu. Tek başınaydı, yüzünde poker oyuncularına özgü bir ifadesizlik vardı.  

Muhafızlardan birisi dayanamadı, "Efendim..." diye Arleon'a seslendi. Arleon durdu ve onu dinlediğini göstermek için başını muhafızın olduğu yöne çevirdi, göz teması kurmaktan kaçınarak. "Merakımı mâzur görün lütfen... Ama aşağıda ona en son olarak ne yaptınız? Hiç... hiç bu kadar kötü bir çığlık duyduğumu hatırlamıyorum, bu zindandan gelen."

Arleon birkaç saniye için duraksadı. "Yaptığım tek şey ona bir boy aynası tutmaktı. Ve gerçekte neye benzediğini ona hatırlatmak." dedi ve yürümeye devam etti.

Tuesday, November 15, 2011

Fısıltı dinleyenler

Şehre gece çöktüğünde, evinizin sessizliği içerisinde söylediklerinize, fısıldadıklarınıza dikkat edin.

Çünkü onlar o saatlerde sokakları karış karış dolaşıyor ve uzaklarında olmayan evlerde yaşayan uyanık insanların konuşmalarını, fısıltılarını duyabiliyorlar, sanki kendi kulaklarına fısıldanmış kadar net.


Geçen gece gördüğüm kâbus, yatmadan önce Edgar Allan Poe'nun şiirlerini okumuştum.

Saturday, November 12, 2011

Asporia geceleri

Çok uzun bir süredir hakkında yazı yazmadığım, ama daima aklımda olan şeylerden birisi Asporia isimli hayalî ülke. Bu yazıyı arkaplanda şu parçayı dinleyerek okumanız tavsiye edilir (StarCraft II'nin oyun içi Terran müzikleri bana hep hayal ettiğim Asporia'yı anımsatır).

Tekboynuzlu atların, cadıların, büyücülerin, prenslerin, kraliçelerin, aslan formuna dönüşebilen insanların var olduğu fantastik bir dünya hayal edin. Bu dünyada sadece büyü olmasın, ama bazı diyarlarda insansız savaş uçakları, makineli tüfekli askerler, android hizmetçiler, teknoloji araştırma merkezleri gibi bilim-kurgusal veya günümüz teknolojisine ait öğelere de rastlanabilsin. 

İşte bu hayalî dünyanın kuzey topraklarında (aslında çoğunlukla buzullarında) kurulmuş ütopik bir prenslik, Asporia. Hem teknolojiyi, hem de büyüyü barındıran soğuk, eşsiz bir diyar. Leviathan ülkesinin müttefiklerinden birisi.

Asporia'nın içinde bulunduğu dünyada teknoloji, büyücüler tarafından, büyünün alt bir dalı olarak görülür. "Biz doğa yasalarına aykırı bir iş yapmıyoruz aslında", demişti Klox isimli usta bir büyücü, "Bizim yaptığımız şey doğa yasalarının açıklarını bulmak, doğayı istediğimiz şekilde yönlendirebilmek, manipüle etmek. Bunu tesadüfen ortaya atılmış, uydurulmuş sözlerle, davranışlarla gerçekleştiremezsiniz. Büyü yapabilmek için öncelikle doğayı, içinde bulunduğunuz evreni anlayabilmeniz, en nihayetinde de bildiklerinizi birbirleriyle akıllıca bir şekilde birleştirebilmeniz gerekir. İşte bu yüzden büyücülük, zekâ gerektiren bir zanaattır. Bir kağıt üzerinde yazılı sözleri herkes ezberleyebilir, ama suyu ateşe çevirmeyi başarabilmek için önce suyun doğasını anlayabilmeniz gerekir. Ben bir transistörün yarı-iletken maddeleri nasıl kullandığını veya sayfalarca süren makine dili komutlarını incelediğimde bizim zanaatımızdan çok farklı bir yaklaşımın sergilenmediğini görüyorum.". Büyücü Klox'un bu sözleri sarf ettikten sonra Gauss tabancası sahibi bir mühendis tarafından silahlı saldırıya uğraması trajik bir olaydır (Klox, zırh vazifesi gören tılsımları sayesinde saldırıdan yara almadan kurtulurken aynısını şu an hayatını mavi bir kurbağa olarak devam ettiren mühendis için söyleyemeyiz). Anlaşılan o ki, teknolojiyi geliştiren sınıfın pek tutmadığı bir düşünce bu.

Teknoloji disipliniyle uğraşan insanlara göre ise büyü... Büyü gibi bir şeydir. Anlaşılmaz, rastgele, ama tuhaf bir şekilde işe yarar.


Asporia'da geliştirilen teknoloji, Asporia dışında dünya üzerindeki az sayıda ülke tarafından kullanılmaktadır. Bu dünyadaki ülkeler genellikle büyüye yoğunlaşmıştır, tuhaf Asporia teknolojisine ya soğuk bakmaktadır (çünkü zaten ihtiyaçları yoktur), ya da onu hiç kullanamamaktadır. Örneğin, Asporia'da üretilen hiçbir mekanik veya elektronik cihazın Leviathan'da çalıştığı görülmemiştir. Cihazların ya mekanik parçaları paslanmaya ya da elektronik yapılarında kısa devreler oluşmaya başlamıştır, bunun görünen nedeni Leviathan'ın aşırı nemli olması. Asporia'nın derin sularının altında sorunsuz bir şekilde çalışan balık tutucu ve inci toplayıcı akıllı makinelerin  Leviathan'da karadayken bile bozulmaya başlaması akıllara "Acaba elektronik cihazları etkisiz kılan bir koruma büyüsü mü var?" sorusunu getirmektedir.

Asporia Prensliği sınırları içerisinde yerleşime uygun ormanlık alanlar mevut olsa da, ülkenin önemli bir kısmını soğuğun hakim olduğu kuzey toprakları oluşturmakta. Üzerinde bulunduğu dünyanın Kuzey Kutbu'na yakın olan bu buzul bölgede herhangi bir kasaba veya şehir bulunmamaktadır. Bunun yerine; araştırma merkezleri, büyücülük kuleleri, karargâh benzeri tesisler ve bir şato inşa edilmiştir. Su Kristali Kulesi'nde çeşitli diyarlardan gelmiş seçkin büyücüler çalışmalarını rahatsız edilmeden sürdürürken, Serin Mavi tesisinde teknolojiyle az da olsa ilgilenen diğer ülkelere ihraç edilecek ürünler geliştirilmektedir. Asporia Bankası'nın binası, Asporia'ya ve diğer ülkelere ait değerli eşyaların güvenle saklandığı kasalara ait bir tesistir. Enerji santrali, Asporia'daki binaların içlerini yeterince ılık tutacak enerjiyi sağlamaktadır. Henüz kimse Asporia'da donarak ölmemiştir, tabi binaların içinde kaldıkları süre boyunca.

Ülkenin nüfusu azdır. Temizlik, garsonluk gibi hizmetler, insan şefler tarafından yönetilen ve bakımı yapılan android robotlar tarafından verilmektedir. Ülkedeki insanlar genellikle yöneticiler, bilim adamları, büyücüler, komutanlar, sanatçılardır.

Asporia, "Aslan İni" isimli şatosu yaşayan Prens Arleon ve ona bağlı olan yedi şövalyesi/lordu tarafından yönetmektedir. Arleon ve şövalyeleri, bazen bir aslan, bazen de aslanadam formuna girebilme özelliğine sahip insanlardır. Bu aslan liderlerin amacı, Asporia'yı ve müttefiklerini kendi dünyalarının en güçlü ülkeleri haline getirmektir, askerî, ekonomik ve kültürel olarak.

Saturday, November 5, 2011

Swimming Home

Biraz haberler ve fotoğraflar...

Geçen gün ondan ayrıldım. Nasıl hissediyorum kendimi? Kendim gibi. Ne eksik, ne de fazla. Bu ihtişamlı bir duygu. (Evet, Twitter'a yazdığım iletiyi kopyaladım, çünkü durumu güzel bir şekilde dile dökmekte) Üzüldüğüm tek şey onunla geçen 2 aylık süre.

Hayatımdaki pek çok şeyi ihmal ettiğimi fark ettim bu son günlerde. ALES'in başvuru tarihini kaçırdığımı öğrenmek tokat etkisi bıraktı. Veya bugün diş randevuma gittiğimde hangi dişimin tedavisinin yapılacağını hatırlamakta zorluk çekmem... Birkaç yakın arkadaşlarımla uzun süredir hiç görüşmediğimi, Warlocks'ı ve daha pek çok projeyi/çalışmayı ihmal ettiğimi fark etmeye başladım.

Google Desktop'ımda Photos gadget'ını kullanmaya başladım. Amaçladığım, ihmal etmemem gereken şeylerle ilgili resimler artık masaüstümün bir kenarında gösterilmekte. Umarım motivasyonumu korumada işe yarar. 

 Evdeki telefonun yanında bulunan, önemli telefonların listesini tutan kağıdın 5 Kasım'a ait bir ajanda sayfası olduğunu fark edip gülümsedim.


Kızılay'da, Güven Park'ın yanında çiçekçilerin bulunduğu yoldaki heykelin etrafına kurulan bir seyyar tezgah. Satıcı ortalıkta yokken hemen telefonla bu resmi çektim.

Bu da benim Google Desktop'ımın nasıl göründüğü. DragonFire SDK'yla geliştirdiğim adventure oyunu motoruyla basit adventure oyunları yapıp artık AGS Forumları'nda duyurusunu yapmayı planlıyorum. "AGS grafikli" şeklinde kendime aldığım notta kast ettiğim şey, AGS'yle birlikte gelen default grafikleri kullanan basit bir macera oyunu.

Monday, October 31, 2011

The Phantom of the Opera is here, inside your mind


Bu foto-postun konusu benim Cadılar Bayramı kutlaması için aldığım maske. Aslında bunu bir kostümlü parti için almıştım, ama partiye birlikte gitmeyi planladığım arkadaş grubum partiye gitmekten vazgeçince ben de evde oturup Arkham City oynamaya karar verdim. Maskem bari boşa gitmesin diye fotoğrafını çektim.

Opera'daki Hayalet'in maskesini ürkütücü olduğu kadar zarif bulurum.

Yandaki resimde maske yüzüme oturmamıştı, gördüğünüz gibi, ama bunun verdiği çarpıklık duygusu bana bu resmi sevdirdi.


 





Bir de konumuz ürkütücü şeylerden açılmışken, last, but not least olarak, geçen gün karşılaştığım BaşGimpa'nın broşürünü de yayınlamak istiyorum.

Wednesday, October 12, 2011

Crimm'in oğlundan haberler

 Kasım'ın Son Günü Dondurma Seven için sıradışı bir içerikle karşınızdayım: Üzerinde uğraştığım oyunlarla ilgili haberler! ZOMG!

 Özetleyeyim: Kişisel projem, Düşnehri isimli bir oyun serisi. Üzerinde uğraştığım iki adet Düşnehri oyunu var, "Self" ve "Crimm's Son". Bu ikisinde uzun bir süredir pek bir ilerleme kaydedememiştim, ama şimdi Crimm's Son'da ilerlemeye yeniden başladım.



"Crimm's Son ne lan?" 
Commodore 64 havasına sahip bir korku/macera oyunu. Etrafı demir parmaklıklarla çevrili ormanın ortasındaki evlerinde ismi Crimm olan babasıyla birlikte yaşayan küçük bir çocuk bizim kahramanımız. Evin içinde mini-game'leri oynayacağımız bir oyun konsolu ("oyun içinde oyun"), evin bahçesinde de oyun parkımız var. Bize verilen hiçbir görev yok, evde bizi tehdit eden herhangi bir tehlike de. Ama ihlal etmememiz gereken bir kural var: "Sakın parmaklıkların ardına çıkma! Dışarısı tehlikelerle dolu bir yer."

Evet, aklıma bu fikri getirenin The Path olduğunu inkar edemem (The Path'te ninesinin evine sepet götüren Kırmızı Başlıklı Kız(lar)ı yönetiyorduk, önümüzdeki düz patikayı takip ettiğimiz sürece güvendeydik. Patikanın dışına çıkmak bizi Kurtlarımıza ulaştırıyordu). Ama benim hikayeyi işleyişimin ve katkılarımın Crimm's Son'ı basit bir arağın ötesine taşıyacağına inanıyorum.

Opeth'in Heritage albümü gibi bir şey olacak bu oyun... Eskiye modern zamanlardan gelen saygı ve özlem. Kimilerinin nefret ettiği, kimilerinin bağrına bastığı. Heritage'e bayıldım bu arada, belki onunla da ilgili bir post döşerim.

Tıkanıklık ve İlham
Bu son bir aydır ilhamla dolu bir şekilde dolaşıyorum etrafta. The Sims Social'da "inspired" haline geçtiğiniz zamandaki gibi, etrafım parıldayan partiküllerle çevrili adeta.

Crimm's Son'da önüm tıkalı durumdaydı. Oyunun görsellerini ben hazır materyalleri değiştirerek machinima tekniğiyle yapmak istiyordum (ki halen istiyorum). Mesela Lost in the Nightmare'ı yaparken Half-Life (ve modlarının) kaplamalarını, modelleri değiştirerek ve kendi Half-Life haritalarımı oluşturarak yeni bir dünya yaratmıştım, bir grafikere "Bana böyle böyle şeyler çiz hacı," demekten keyif almıyorum. 

Ama işi yürütemiyordum. Önce Half-Life 2 motorunu denedim, istediğim gibi görseller hazırlamada çok zorlandım (bir yıl önce hazırladığım evin haritasını formatta kaybetmem, hevesimi kaçırmada son damla oldu). 3D Studio Max ve Vue'yu da istediğim gibi kullanabilmeyi beceremedim. Bir grafikere ihtiyacım olacaktı, ama en son başarılı oyununu 6 yıl önce çıkarmış ve şimdiki fikirleri bulanık olan bir yapımcı olarak, yetenekli insanları nasıl ikna edebilirdim? Eğer bana verilen kaliteli çalışmalar benim aklımdaki konsepti yaratmaktan uzaksa kaç kere "Bunu değiştirir misin?" diyebilecektim? Evet, itiraf etmeliyim, bir programcı olarak olmasa da bir prodüktör olarak özgüvenim oldukça düşük, LitN'dan sonraki dandik çalışmalarımdan ötürü.




Sonra Aslıları ziyaret ettiğim bir gün bana oynamakta oldukları The Sims 3'ü gösterdiler. Oyunda bina, çevre yaratmanın ne kadar kolay olduğunu, etrafı ne kadar çeşitlendirebileceğimizi ve bir de nasıl istediğimiz insan modelini yaratabileceğimizi göstermeye başladılar. Gökhan Abi'nin evinin bir tane müzesi varmış, orada resimler asılı duruyormuş, bunu görünce aklıma Crimm's Son'daki hayal ettiğim ev geldi. Sonra kafamda bir şimşek çaktı.

Gerisini tahmin edebilirsiniz (bu sağdaki gerçekten oyunda kullanılacak bir görüntü değil, denemelerimden birisi).


İlk başta "Oyundaki bütün renkler mutlaka C64'ün 16 renklik paletine ait olacak!" gibi bir kararım vardı, ama bazı sahneler için bu kuralı ihlal edip yine düşük seviyeli, ama daha adaptif renk paletlerinden de yararlandım. Mesela bu üstteki ilk resim bence C64'ün havasını vermede yeterli, ikinci resimden güzel göründüğü de kesin.

FFFUUU!
"Bu son bir aydır ilhamla dolu bir şekilde dolaşıyorum etrafta," dedim. İlham perimin bir troll olduğundan şüpheleniyorum, çünkü tam da okulumun başladığı, diğer işlerimin de yoğunlaştığı bir dönemde uğramaya karar verdi bu yaramaz peri. Daha bitirmem gereken bir iPhone adventure motoru var. Bundan bir hafta sonra da Batman: Arkham City çıkacak, asıl o oyun çıktıktan sonra ne bok yiyeceğimi bilmiyorum, çünkü oyunu şimdiden oynama imkanına ulaşmış olan bir derginin söylediği şey bu yeni Batman oyununun bir şaheser olduğu (benim bir de Batman fanboy'u olduğumu söylemiş miydim?). FFFFUUUUUU!

Friday, September 23, 2011

Hide

Uzun süredir yapmadığım işlerden birisi, ilgimi çeken bağımsız oyunlar hakkında konuşmak bu sayfalarda. Beni yeniden klavyenin başına getiren, Andrew Shouldice tarafından yapılmış Hide isimli ücretsiz korku oyunu oldu.


Nedendir bilmiyorum, düşük çözünürlüklü oyun grafiklerinin beni cezbeden bir yanı var. Bahsettiğim şey normalde 1280*960'ta filan oynanabilen bir oyunun çözünürlüğünü 640*480'e çekmek filan değil, gerçekten de düşük çözünürlük için tasarlanmış görseller beni mest eden. Önünüzdeki nesnenin ne olduğunu size anlatmak için size detay sunamayan, tüm işi minimalistik bir şekilde kotaran oyunlar bana daha çekici geliyor. Eğer şu Crimm's Son'a devam etmeye vakit bulabilirsem, onun grafikleri işte bu tarzda. Uff neyse, Hide'a dönelim.
 
Oyunda iki adet amacınız var. Bunlardan birincisi sizin (yani siz okuyucunun) ve yönettiğiniz karakterin ortak amacı: Hayatta kalmak. Sizi kovalayanlar her neyse onlardan saklanmak ve belki de onlardan kurtulmak. İkinci amaçsa sizin (yani sen işte, okuyucu) oyunda ilk ölüşünüzden sonra edineceğiniz amaç. Buna sonra değineceğim.

Oyuna başladığınızda kendinizi karlarla kaplı bir ormanda, nefes nefese buluyorsunuz. Uzaktan bir yerden siren sesleri duyuluyor, etrafınızı incelediğinizde gecenin içinde parlayan bir ışık kaynağının size yaklaştığını görüyorsunuz. Eh, oyunun ismi "Hide", herhalde o spot ışıklarına doğru koşmak iyi bir fikir olmasa gerek?

Nerede olduğunuz, sizi neyin kovaladığı, niçin kovaladığı ve daha da önemlisi kim olduğunuz size oyun boyunca açıkça söylenmiyor. Bu sizin, hikayeyle ilgili cimrice verilmiş ipuçlarını nasıl yorumladığınıza bağlı (oyunu bana bu kadar çok sevdiren şeylerden biri de bu bulanıklık).

Hafif bir spoiler vereyim, oyunda keşfedilecek 5 adet mekân var (mesela içine girilemeyen bir kilise). Oyunda her yakalandığınız zaman "Keşfedilecek 5 adet yerden bilmemkaç tanesini buldunuz" yazısını görüyorsunuz, oyun kapanmadan önce. Her bir mekânın yanında birer tabela üzerinde yazılar bulunuyor. İşte önceki paragraflarda bahsettiğim ikinci amaç da bu, oyun dünyasındaki 5 adet mekânı keşfetmek.

İtiraf etmem gerekirse ben bile en fazla üç tane tabela bulabilecek kadar sık oynadım oyunu, yürüme hızımızın bu kadar düşük olması ve düşmanlarımızın sayısının her keşfimizle birlikte artması oyunun yeniden oynanabilirliğini düşürüyor, ben de sonunda dayanamayıp 5 tane mekanı da keşfettikten sonra ne olduğunu internetten öğrendim. Neyse, daha fazla spoiler vermeyeyim...

Oyunun download linkleri: Mac | PC


Bu arada oyunun girişinde size söylenmiyor, ama oyunda mouse'la etrafınıza bakıyorsunuz. Sırf bu belirtilmediği ve ben de denemediğim için oyunu ilk oynadığımda "Hmm, kafası sürekli yukarıya doğru dönük bir karakteriz ve böyle kaçıyoruz. İlginçmiş, ama çok sıkıcı..." demiştim. Ayrıca space tuşuyla da eğilebiliyorsunuz, ama bu da çok bariz bir şekilde ifade edilmediği için keşfedemeyebilirsiniz.

Bir de eğer gözünüz bozuksa, oyunu gözlüksüz de oynamayı deneyebilirsiniz. Çok tatlı oldu bende.

Tuesday, September 20, 2011

LemeLeme




 iPhone'umda bulunan favori uygulamam LemeLeme isimli fotoğraf düzenleme ve paylaşma uygulaması. Bir nevî Instagram alternatifi, ama nedense Instagram'ı pek sevemedim.

Bu uygulamayı ne amaçla kullanıyorum peki? Benim "dramatik etki" olarak isimlendirdiğim imge işleme fonksiyonu için. Cihazınızdaki fotoğraflara, Lomo fotoğraf makineleriyle özdeşleşmiş olan sevimli bir çarpıklık kazandırıyor.



LemeLeme'ye gıcık olduğum nokta şu: Bazı filtrelerle elde ettiğim sonuçlar, benim SLR'ımla ve Photoshop'la elde ettiklerimden daha güzel. Telefonla çektiğim resimleri koca makineyle çektiklerimden daha güzel gösteriyor, başka bir deyişle. Grrr! (Bu da aslında benim fotoğraf ve post-production konusunda önümde daha ilerleyecek çok yol olduğunu göstermiyor da ne?)

Ve bir de işlenen resimlerin illa ki kare şeklinde işlenecek olması da bana "Keşke bu kadar başarılı Photoshop actionlarım olsa da telefonla filan uğraşmasam!" dedirtti.


Ve eskilerden, LemeLeme'nin dokunuşuyla.

Tuesday, August 30, 2011

Ağustos sonu fotoğrafları

Evet, bu blogun iyice foto-bloga döndüğünün farkındayım. Düşüncelerim ve günlük hayatta yaşadığım şeyler ya çok sığ, basit, ya da buraya yazılamayacak kadar sıradışı olduğu için buraya koyabileceğim, kendime ait olan tek şey son zamanlardaki çalışmalarım sadece.

Düşnehri: Self ve iPhone adventure motoru için çalışmaya devam ediyorum, part-time işimden vakit kaldıkça. NEF (RAW) dosyalarını işlemeyi öğrendiğimden beri de nihayet istediğim gibi fotoğrafları çekebilmeye başladım.





Aslı ve Gökhan'ın bana aldıkları doğum günü hediyesi iki adet aslan figürü (o üçüncü figür bende önceden vardı) ve üstteki nottu. Aslan figürleri fotoğraflarım deviantArt'ta pek ilgi görmese de ben sonuçtan memnunum (hele bir kış gelsin, aklımda bir fikir var). 
 
Bu da Rose kişisi için sevgilisi Uysal Timsah tarafından hazırlanmış olan kağıt küpü bebeğin fotoğrafları.

Monday, August 8, 2011

Temmuz ve Ağustos fotoğrafları

Sanırım kendimi geliştiriyorum bu konuda. Resimlerin büyük bir kısmı yüksek çözünürlüklüdür.






Bar, tablo ve oyuncak bebek üçlemesi konulu fotoğraflarımdan pek memnun değilim. Önümde ilginç bir kompozisyon duruyordu, eminim bu kompozisyondan çok daha ustaca bir şekilde faydalanılabilirdi.



Bodrum'da kaldığımız otelin girişi. Evet, son iki fotoğraf infrared filtreyle çekildi.


Renkli mi, renksiz mi daha güzel, kararsız kaldım.