Thursday, December 31, 2009

Aralık'ın Son Günü Kış Güneşi Altında Buzlu Kahve Seven Adam

Uzun bir günlük sayfası olacak. Çoğunlukla fotoğraf, anlamsız olanlarından.

"Günlük sayfası?" dediğinizi duyar gibiyim, Blogspot postlarına günlük sayfası deme fikri de aklıma geleli otuz saniye geçmedi. "Günlük sayfası" da tamamen doğru bir kullanım değil, eğer gerçekten de sayfa başına bir post düşseydi olabilirdi ama neyse.

"Günlük sayfası", çünkü basbayağı günlük yazısı oldu.

Yaklaşık bir haftadır taslak halinde duran ve şimdi yayınladığım "Ne yapıyorum ben?" ile bugün çektiğim fotoğrafların birleşimi Aralık'ın Son Günü Kış Güneşi Altında Buzlu Kahve Seven Adam.

Avatar olarak sanırım bu resmi daha uzun bir süre kullanacağım. Ahmet Kâmil Keleş'i sanırım en iyi o anlatıyor.

Güzel bir yılbaşı (daha doğrusu yılsonu) günü geçiriyorum. Acayip eğlenmiyor olsam bile en azından oldukça huzurluyum. Bugün okuldan sonra uzun uzun DVD/kitap bakma (Paranormal Activity DVD'sini aradım, çok komik bir filmmiş, insanlar gülmekten altlarına etmiş), etrafta gezinme fırsatım oldu. Amatör fotoğrafçı cenneti Kuğulu Park'a (hani "And this is Kuğulu Park. You will see kuğus here!"'daki yer) gitme planım yoktu, hazır yolum düşmüşken biraz fotoğraf çektim.


Hayır, bu yukarıdakini okulda çekmiştim. Asıl planım okulda fotoğraf çekmekti, ama resmini çekmek için geldiğim yerlerin fotoğrafları aşırı dandik oldu. Başka bir zaman tekrar deneyeceğim. Üsttekini öylesine çektim.


Orta öndeki güvercinin yüz ifadesi harika.

Bu da "Timer'ı açıp kamerayı güvercinlerin ortasına bırakayım"ın en kaliteli sonucu. Diğer resimler kamera ya arkaplandaki insanlara odaklanmıştı, komik fotoğraflar vardı.








Bugün çektiklerim arasında dA'ya koyulacak kadar güzel olan tek fotoğraf şu üsttekiydi bence. Yukarıdaki hiç dijital olarak düzenlenmemiş hali. Böyle de fena değil sanki.

Bugün sanki yılbaşı değilmiş de sıradan bir sonbahar günüydü gibi hissediyorum. Evet, kış bile değil. Ama güzel yine de!


"Ne yapıyorum ben?"

Bazı zamanlar fark edersiniz (genellikle güneş battığında, heh) bilinçli eylemlerinizle sürdürdüğünüz, içerisinde bulunduğunuz durumun saçmalığını, absürtlüğünü, yanlışlığını. Mesela iyi bir işe sahip olmak isteyip bunun için çalışmanız gerekiyorken günlerinizin torrentten bir şeyler indirip izlemekle, geyik yapmakla geçiyor olduğunu fark etmeniz gibi. Büyük beklentilerle içine dahil olduğunuz arkadaş grubunun sizi de beraberinde sizin hiç sevmediğiniz bir oyunu oynamaya götürdüğü internet kafede birbirleriyle oyun yüzünden ciddi ciddi bağrıştıklarında ya da.

Hazırladığım bir fotomanipülasyonda aynadaki yansımamın yerine bir aslanı koyarken -daha önceden de zihnimde sık, ama zayıf bir sinyalle beliren- bu soru gözümün önüne geldi. Dışarıdan birisi kendisini bir aslanla özdeşleştiren birisini gördüğünde aklından geçecek şeyin "Ne kadar kibirli bir insan, acaba kendisini bu kadar kibirli kılacak ne özelliği vardır?"dan başkası olacağını sanmıyorum. Başka insanların kendimiz hakkındaki düşüncelerinin hayatî öneme sahip olduğunu savunmuyorum, ama bence bunlar yine de önemlidir, çünkü bazı şeyler ancak onlara uzaktan bakıldığı zaman görülebilir, çiçeklerinin diziliminin bir resmi oluşturduğu bir bahçe gibi.

Doğrusunu söylemek gerekirse Arleon aslanı yansıması çok 'hatalı' bir yansıma olmayacaktı, çünkü benim aslanımın simgelediği aslanlara evrensel bir şekilde biçilmiş erdemlerden fazlası. Biliyorsunuz, aslanlar kibirli heyvanlardır (evet, "heyvan". "mahlukat" da olur), Afrika'daki İngiliz avcıların aslan sürülerine bu ismi vermesinin ve bu ismin günümüze ulaşmasının nedeni var.

(31 Aralık 2009 notu: Şunu fark ettim, bir süre önce yarım bırakılmış bir yazıya devam etmek bazen imkansız, çünkü hissettiklerim çok farklı.)

Tuesday, December 29, 2009

Late Goodbye




In our headlights, staring, bleak, beer cans, deer's eyes
On the asphalt underneath, our crushed plans and my lies

Lonely street signs, powerlines, they keep on flashing, flashing by

And we keep driving into the night it's a late goodbye,
Such a late goodbye
And we keep driving into the night
It's a late goodbye

Your breath hot upon my cheek and we crossed that line
You made me strong when I was feeling weak and we crossed that one time
Screaming stop signs, staring wild eyes, keep on flashing, flashing by

And we keep driving into the night
It's a late goodbye, such a late goodbye
And we keep driving into the night
It's a late goodbye

The devil grins from ear to ear when he sees the hand he's dealt us
Points at your flaming hair and then we're playing hide and seek
I can't breathe easy here, less our trail's gone cold behind us
Till' in the john mirror you stare at yourself grown old and weak

And we keep driving into the night
It's a late goodbye, such a late goodbye...

Saturday, December 19, 2009

"Riverie River", Avatar





Geçen gün bir hatamı fark ettim. Ciddi bir hata değildi, erkenden fark ettiğim için şanslıyım. Eğer oyunu o şekilde bitirip yayınlasaydım ciddi bir fail olacaktı, İngilizce kelime hatası yapma kontenjanımı ("kontenjan" doğru kelime değil burada, "lüks" mü deseydim?) zaten Lost in the Nightmare ile doldurmuştum.


----




Bu yıl beni sinema salonundan büyüleyerek uğurlayan iki film var aklımda (elbette sinemada izleyip sevdiğim başka filmler de vardır 2009'a ait, ama aklıma gelmediler). Birisi District 9'dı, öbürü de bu akşam izlediğim Avatar.

Filmin sahip olduğu $200 milyonluk rekor bir bütçe filmin hayvan gibi yapılan reklamını açıklıyor. Bu kadar çok reklamı yapılan bir filmin beklentileri karşılayamaması asıl beklenilen şey haline geleli çok oldu, ama Avatar o devasa bütçenin hakkını veren CGI şöleni bir film olmuş. Hi-tech ile organik yapıların zıtlığı çok güzel yansıtılmış. Filmin hikayesi çok klişe bir şekilde ilerlese de (beni District 9 gibi şaşırtmasını beklemiştim) filmin sürükleyiciliği bu açığı kapatıyor.

Umarım filmin DVD'si/Blu-ray'inin içerisinde filmin 3D olmayan bir versiyonu da bulunur (sol gözle çekim/renderlar ile sağ taraftakileri merge etmeden önce yedekte saklıyorlardır herhalde), renk kaybı olmamasını filmin 3D olmasına tercih ederdim. 3D'den pek haz duymuyorum; bunun en büyük nedeni de 3D gözlüğü normal gözlüğümün önüne takmak zorunda kalmam, eksen farkından dolayı filan 3D ortamı olması gerektiği gibi göremem, gözlüğü gözüme çok yaklaştırmam gerektiği için kirpiklerimin camı kirletmesi falan filan. "Ee sen de lens tak, sen gözlük takıyorsun diye böyle bir eksi mi olur eşek herif" diyebilirsiniz.

---

Şebnem Ferah'ın yeni albümü çıkmış! "Benim Adım Orman", yarın ablamla ilk işimizden birisi albümü almak. Gerçi "Son albümü pek güzel olmamış" yorumları okudum, ama yine de bu, albümü merak etmeme engel değil.

Bir de Rammstein'ın Ich Tu Dir Weh'in henüz yayınlanmamış klibinden bir sneak peek, ilginizi çeker belki.

Saturday, December 12, 2009

Aşırı ısınmış piller, Fotomanipülasyon için çekimleri

Yapmak istediğim bir sürü şey, ama o kadar az zaman. Okunmayı bekleyen kitaplar, mangalar, makaleler, "İzlesene artık beni" diye göz kırpan filmler ve diziler, oynanmayı ve yapılmayı bekleyen oyunlar... Neyseki müzik için bu geçerli değil (kısmen geçerli aslında), arşivime yeni katılan müzik eserleri çalışmalarımda bana eşlik edebiliyor ('kısmen geçerli' olmasının nedeni de dinlenilene konsantre olmanın önemi, ama dinlenmeye ayırdığım vakitlerde bu açığı kapatabiliyorum).

Derslerim ve ATOM'daki çalışmalarım oldukça iyi gidiyor. Elektronik Devreler (ve bir de Mikroişlemciler) derslerinin laboratuarları hariç (şimdi teknik terimlerle dolu şikayetler silsilesi gelecek).

Elektronik Devreler'de bir önceki dönemde öğretilen Elektrik Devreleri labındaki bilgilerimizden de faydalanarak fiziksel bir ortam üzerinde basit elektronik devreler kurmamız gerekiyor. Sorun şu ki hafızamda hayatımın geçen ders dönemine denk gelen kısmı yarı-silik bir durumda (önceki dönemlerde tek dersten bile kalmamışken o dönemde üç dersi bırakmıştım, biri de Elektrik'ti işte), yapılan işleri teorik olarak anlamama rağmen mesela ampermetrenin kablosunu doğru yere takmadığım için akımı ölçemiyorum. Ağırıma giden şey, üniversite öğrenciliğini hobi olarak yaptığını düşündüğüm kişilerle aynı bilgi birikimine sahip sayılmam.

Mikroişlemciler labı ayrı bir olay, derste sadece ismi geçen bir Assembly komutunu -daha önce hiç pratiğini yapmadığımız- ayrıntılı bir şekilde kullanan bir program yazmamız isteniyor. Beni sinir eden şey Assembly'de yapılan ufak bir mantık hatasının programı hatalı bir şekilde çalıştırması. Tamam, en yüksek düzeydeki dillerde bile bu sorun var, hatta olmalı da, ama onlarca satırın arasında o hatayı göremediğim için (*) hocaya abuk subuk sorular soran veya sanki arkadaşlarının evindeymiş gibi davranan kişilerle yine aynı bilgi .... Neyseki ödevler ve sınavlar var; evde, odamda müziğimden başka bir ses olmadığı için çok daha verimli bir şekilde çalışabiliyorum.

(*) Assembly alt seviye, yani makina diline yakın bir dildir (hatta aslında makina dilidir, sadece 5F gibi sayısalların MOV AX, BX benzeri, insanların anlayabileceği ifadelere birebir çevrimi) . Üst düzey dillerle çalışmak daha kolaydır, çünkü C++'daki bir for(i=0;i ifadesinin makina dili karşılığı satırlarcadır.

-----

Geçen gün ilginç sayılabilecek bir tecrübe yaşadım.

İşletme dersindeyken sol bacağımın üstünde, tam cebimin denk geleceği yerde olağandışı bir sıcaklık hissettim. Eelimi cebime soktuğum zaman gerçekten de cebimin ısındığını hissettim (ardışık iki cümleyi "hissettim" ile bitirmek yazıyı çirkinleştirecek ama neyse). Sıcaklığın kaynağını bulmak için elimi daha derine soktuğumda cebimdeki metal eşyalara dokundum. Cebimde -abartmıyorum- içinde su kaynayan bir cezve kadar sıcak metal parçalar vardı!

Panikle cebimdeki eşyaları elimin yanmasına rağmen (aslında el yakıcı kadar sıcaklığa sahip olan nesneler sadece pillerdi, diğerleri o kadar sıcak değildi) dışarı çıkardım. Cebimdeki metal eşyalar yukarıda fotoğrafını çektiğim iki yeniden doldurulabilir nikel metal hibrid pil, kolyem ve fotoğrafta yer almayan anahtarlarım, aynı zamanda pille çalışan bir fener olan anahtarlığım ve birkaç bozuk paraydı (anahtarlığın da resmini çekecektim, ama annem onu çöpe attığı için çekemedim).

Her ne kadar piller dışındaki nesnelerin soğuması kısa sürmüş olsa da kalın harflerle yazdığım anahtarlığın bu olayda büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Fotoğrafını çekemediğim için kelimelerle betimlemem gerekecek: Fener/anahtarlığın üst tarafında fenerin kullandığı saat pilini örten bir kapak var. Kabaca dikdörtgen şeklinde olduğunu kabul edersek, anahtarlıkla olan bağlantısı karşılıklı iki kenar üzerinden. Ama bu anahtarlık çok eski olduğu için bu bağlantı-kenarlardan birisi çıkıktı. Öyle bir çıkık ki, metal çerçeveli kolyemin anahtarlığın içine girip içerideki pille temas etmesi imkan dahilinde.

Eşyaları aceleyle çıkardığım için birbirleriyle temas edip etmediklerini, nerelerinden temas ettiklerini gözlemleyemedim. Babamla bu olaya getirdiğimiz açıklama kolyenin anahtarlığa girip saat piliyle, AA'ların da kolyeyle seri bir şekilde temas edip cebimin içerisinde akım yaratmış olmaları ihtimali (gerçi babamın bu olayı daha kimyasal bir şekilde açıklamasını beklerdim ama bu açıklama da tatmin ediciydi.).

Pillerde etrafındaki plastik bant/kaptaki deformasyon dışında bir bozulma gözlemlememiş olsak da bu o pilleri bir daha kullanmayacağım gerçeğini değiştirmiyor. El fenerini zaten hiç kullanmıyordum.

Peki kolye ve yeniden doldurulabilir piller cebimde ne arıyordu?



Modelinin kendimin olacağı yeni bir fotomanipülasyon hazırlıyorum. Model kendim olduğu, fotoğrafımı çekecek benden başka kimse olmadığı, istediğim kadar kaliteli bir fotoğraf çekebilmek için de güçlü bir ışık kaynağına ihtiyaç duyduğum için haftasonu bahçeye çekim yapmaya çıkmıştım. Kullandığım doldurulabilir piller zaten son zamanlarda çabuk bitmeye başladığı için yanıma yedek piller almıştım. Çekim sırasında pillerim bittiği için o ısınacak pilleri cebime koymuştum.

Arleon teması için de önce kolyemi kullanmayı düşünmüştüm, ama sonra o giysimle kolyemin uyumunu pek beğenmediğim için çıkardım.

Fotomanipülasyonu bitirmeden önce kullanacağım materyalleri yayınlamam manipülasyonun büyüsünü bozacak, evet, ama zaman geçtikçe o manipülasyonu yapma isteğim de azaldı. Ama belki tekrar yapmayı isteyip bu haftasonu çekimleri de tekrarlayabilirim, çünkü aklıma eklenecek başka ilginç şeyler geldi. Veya ışıklandırma için ekipman mı alsam? Profesyonel bir kameraya geçmek fikri de aklımda var (şu an kompakt kullanıyorum), ama profesyonel kameraların o kadar etkili olduğuna da inanmıyorum pek.



Şimdilik bu kadar, yazıyı daha da uzatmayayım.

Monday, December 7, 2009

Across The Universe

Bazı sanatçılar vardır ya, kendinizi yakın hissettiğiniz.

Size veya yakın bir arkadaşınıza/ arkadaşlarınıza dış görünüşünün benzemesinin ötesinde, sanki o ünlü sanatçı sizin uzun bir süredir arkadaşınızmış gibi hissettiğiniz; o öleli 29 yıl, siz doğalı 21 bir yıl geçmiş olmasına rağmen. Sanki uzun süredir arkadaşlık ettiğiniz insanların bazıları siz doğmadan önce bir vücutta toplanmışlar gibi. Notalarını ruhunuza işleten de bu yakınlık duygusudur.



John Lennon hakkında okuduğum öznel metinlerde genellikle The Beatles dönemi grup içerisindeki çalışmalarından ziyade gruptan ayrıldıktan sonrakilere odaklanılsa da en sevdiğim çalışmaları The Beatles içerisindekiler.












Rest in peace, Lennon...











(Bu aralar bloga güzel bir yazı yazamadım maalesef, son yazılarım paylaşım forumu tadında oldu biraz. Kendimi pek iyi ve verimli hissettiğim bir dönemde değilim)

Wednesday, December 2, 2009


Mutlu yıllar, Ragnor!

(Evet, resimdeki nesne bir pastaymış. Pastadan çok oyun hamuruna benziyor, en azından üstüne bir mum filan koysalarmış keşke. Ama o kadar uğraşmışlar. Siyah kısımların neli olduğunu merak ettim. Bir de 30 yaşındaki bir insan için yapılmış. Ama neyse, idare edin artık)

Monday, November 30, 2009

Kasım'ın Son Günü Dondurma Seven Adam

İnsanların kafasındaki bir soru işaretini görebiliyorum: "Kasım'ın Son Günü Dondurma Seven Adam, bu ne demek? Kasım'ın son gününün özelliği nedir? Neden dondurma?" Yanıtı belki sizi hayalkırıklığına uğratabilir; KSGDSA'ın ilginç hiçbir anlamı yok. Tamlamadaki kelimelerin baş harflerinin Lucy in the Sky with Diamonds benzeri bir anlam ifade edeceğini veya bunun bir anagram filan olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz (itiraf etmem gerekirse, ben okur olsaydım öyle bir anlam arardım). Ama bu, KSGDSA'ın bir hikayesi olmadığı anlamına gelmiyor.

2008'in Kasım sonu ya da Aralık başıydı. Haftaiçiydi, okuldaydım, "öfke nöbeti" diyebileceğim kadar yüksek bir seviyede olmasa da kendimi öfkeli hissediyordum. Yalnız başıma, öğle yemeği için bizim okulun yakınındaki bir McDonalds'a gitmiştim. Canım dondurma çekmişti, hava soğuk olmasına rağmen normal yiyeceklerin yanında (sanırım double cheeseburger menüydü) bir de dondurmalı, elmalı tatlı almıştım. Yemeğimi dışarıda yiyordum, normal bir insan o soğuk havada yemek -özellikle de dondurma- yemeyi sigara içebilmek için tercih eder. Bense sigara içmiyorum; soğuk hava, öfkeli hissettiğimde beni yatıştırıcı bir etkiye sahip. Soğuk hava ve yediklerim beni sakinleştirmişti gerçekten, o sırada kısa filmler hakkında düşüncelere dalmıştım ve sonra o anki haliminin bir kısa filme ait olduğunu hayal ettim. 16:9'luk aspect ratioya sahip bu filmin birkaç sahnesi aklıma gelmişti bile, ve sonra aklıma filmin adı geldi.

Böyle işte.







Okuyuculara hediye olarak Reverie River serisindeki oyunlardan birkaç ekran görüntüsü sunmayı düşünmüştüm. Sonra sunmak istediğim görüntülerin bir kısmını 'şimdilik' yayınlamaktan vazgeçtim, çünkü sadece oyunları biraz spoil etmekle kalmayacak ama blog için fazla korkunç duracaklardı. En üstteki Forbidden Terriority için hazırladığım cutscenelerden birisi (muhtemelen oyun için arkaplanının daha detaylı olduğu bir versiyonu kullanacağım), alttaki de serideki başka bir oyun için temsilî bir çalışma. Umarım hoşunuza gitmişlerdir.

Source'la gelen model ve kaplamaların yanında başka yerlerden bulduğum/satın aldığım şeyler de var, bu 3D çocuk modeli onlardan birisi.

Tuesday, November 24, 2009

Düş konuğu Arleon

Rose-çançinçon ile beraber yaptığımız roleplay. Arleon'un Düş'te verilecek şölene gelişi.
---------

Gün boyu pencereden Morrigan'ın öğrencileri ile J.'in adamlarının sohbet etmelerini izleyen Kelebek'in yüzünde bir gülümseme vardı. Çok geçmeden Morrigan'ın öğrencileri, öğretmenlerinin delici bakışlarını üzerlerinde hissedince kaçıştılar ve günlük çalışmalarına döndüler. J.'in adamları ise kenti keşfe çıkmışlardı. J.,sessizce Morrigan'ın öğrencilerine ders verişini izliyor, arada bir etrafında pervane olan genç kızlarla bakışıyordu.

Gözcü kulelerinden birisi uzunca haber borusunu çaldığında gün batmak üzereydi ve hava kızıldı. Kelebek pelerinine sarınarak avluya indi. Etrafa baktığında kimseyi görmemişti; liderlerden biri miydi gelen? Yoksa başka bir konuk muydu? Askerlerin dikkatle baktığı yöne, Kuzey'e yüzünü dönen Kelebek, gökyüzünde kaleye doğru ilerleyen aracı gördü. Aracın en dikkat çekici detayı üzerinde taşıdığı bayraktı: Bu gelen araç Asporia'ya aitti.

Havada süzülerek ilerleyen araç kaleye yaklaştıkça batan güneşin aydınlattığı ayrıntıları da belirginleşiyordu. Arabayı çeken kanatlı iki beyaz unicorn kendilerini Asporia'nın ve Düş'ün soğuğundan koruyacak kalın, yumuşak bir zırh içerisindeydi. Dört tekerlekli metal araç uzun ve inceydi, iki unicornun kolaylıkla taşıyabileceği kadar ince ama içerisindekileri dışarıdan gelebilecek muhtemel saldırılara karşı koruyabilecek kadar da sağlam. Aracın önündeki ambleme bakılırsa bu, Asporia'nın yöneticisi Arleon Mavitaş'ı Düş'e getiren araçtı.

Kelebek hemen kaledekilere haber salarak yemek salonunun ısıtılmasını, masaların hazırlanmasını istedi. Avluda hemen arabanın inebilmesi için genişçe bir yer açıldı. Morrigan sakince derse devam ederken, J. Kelebek'in yanında bitti.

Yerçekimi ve kütlenin hareketiyle ilgili doğa yasalarını hava üzerinde çiğneyen unicornlar ve metal araba, avludaki askerlerin kendileri için açtığı alana doğru yaklaşırken ivmesini kaybetmeye başlayıp alana kibarca kondu. Havadayken süzülerek ilerleyen unicornlar yere temas ettikleri anda hızlarını kontrollü bir şekilde düşürmek için yerde yavaşça koşmaya başlarken aracın yumuşak kaplı tekerleri de kalenin zemininde nazikçe yol alıyordu. En sonunda kanatlı atlar ve araba durdu.

Uzun aracın içerisinden tepeden tırnağa kadar zırhlı iki şövalye indi. Zırhlarının düşman silahından çok soğuğa karşı üretildiği zırh içindeki askerlerin yumuşak hareketlerinden bile belli oluyordu. İki koruması hizaya geçtikten sonra dalgalı bronz saçlı, açık tenli, yeni sakal traşı olmuş Arleon arabadan yavaşça indi. Yine kendisini soğuktan koruyacak mavi-yeşil zırhını ve koyu mor pelerini Düş'e varış merasimi için tercih ettiği giysilerdi. "Düş düşündüğüm kadar güzel bir ülkeymiş."


----

Kelebek hafifçe dizlerini kırarak eğildi ve selam verdi. "Hoşgeldiniz, Lord Arleon." Sonra tekrar doğrulup adama gülümsedi. "Sonsuz kışta olduğumuz için her yer karla kaplı; düş tarihinde bir ilk bu. Eminim kendinizi evinizde hissedeceksiniz."
"Evet, bu yeni iklimi gerçekten sevdim!" diyerek gülümsedi Arleon. "Aa, unutmadan... Hediyemi takdim etmek için umarım iyi bir zamandır." Korumalardan birisi arabanın içine girip üzerine ökçeotu bağlı alımlı bir şişeyi getirdi.

"Beyaz şarap. Yıllandıkça lezzeti artan türden, kutlamalar için özel olarak imal edilmiş. Bu şarap imal edileli kısa bir süre oldu, bu yüzden bu şarabı bir sonraki şöleni düşünerek hediye ediyorum. Umarım bir sonraki kutlama için uzun bir süre geçmez." Gülümsedi. Kelebek yavaşça şişeyi korumanın elinden aldı ve bir süre inceledi. "Bir sonraki şölen ne zaman olur bilemem, ama düşündüğümüzden tatlı olacağı kesin!" dedi gülerek. Kadın bir eliyle şişeyi göğsüne bastırmış tutarken, diğer elini adamın koluna koydu ve kalenin içine doğru kıvrılan yolu yürümeye başladı. "Yolunuz uzundu, sizin için masa donattırdım. Ayrıca muhtemelen gelen konuklarla tanışmak isteyeceksinizdir," durdu "En azından biri sizinle gerçekten tanışmak için can atıyor."
"Ah, merak ettim." Korumalarıyla beraber kaleye doğru Kelebek'i takip ederken karnı guruldadı.


---


Yüksek tavanlı koridorlardan geçip yemek salonuna ulaştılar. Onlar içeri adım attığında müzik başladı ve servis yapılmaya başlandı. Kandillerle aydınlatılmış, kadife ağırlıklı bir salondu burası. Morrigan ve öğrencileri bir tarafta, J. ve adamları öteki tarafta oturuyordu. Ortada ise 3 sandalye ayrılmıştı; Camy, Kelebek ve Arleon için. Kelebek adamı masaya buyur etti ve kendi sandalyesine ilişti.

Arleon masasına yavaşça otururken masadaki diğer lider ve konuklara teker teker başını eğerek selam verdi, yüzünde arkadaşça bir gülümsemeyle. Morrigan Arleon'un selamına hafifçe başını sallayarak karşılık verdi, J. ise misafirperver bir tavırla maşrapasını ona kaldırıp kocaman bir yudum aldı birasından. Camy ve Kelebek adamın iki yanına oturdular.

Bir süre herkes sessiz kaldı. Herkes açtı ve yemeğe odaklanmıştı midelerdeki gurultular geçene kadar. Daha sonra Camy merakla adama baktı. "Asporiaaaa. . ." dedi her bir heceyi yavaşça, tadına bakar gibi telaffuz ederek. "Orada da kış mı?"


"Kısa bir cevap vermek gerekirse, evet. Kış mevsimine adanan iklimsel koşullar Asporia'nın bir parçası gibi, yılın tamamı öyle olmasa bile 'Asporia bir kış ülkesidir' dedirtecek kadar. Ayrıntılı bir şekilde açıklamak gerekirse, Asporia'da da mevsimler vardır: Kış, ilkbahar, yaz, sonbahar ve sonra kış. Kış mevsimi çoğu kültürde karanlıkla, olumsuzlukla özdeşleştirilmiş olsa da Asporia'yı bunaltan, hayatı zorlaştıran şey yaz mevsimi. Ilık Güneş'in yakıcı bir ateşe dönmesi dramatik bir şekilde hızlıdır; buzul adaları eriyip kaybolur, bazen de ormanlar yanar. Karanlık olan yaz mevsimi, aydınlık olan ise Ay'ın aydınlattığı kışlardır. Kışlar herzaman aydınlık ve çekici değil. En mutlu zamanlar Ay'ın aydınlık yüzünün kutuplara, karlı ormanlara güldüğü vakitlerdir. Baharları da unutmamak gerek, sisli ve serin ormanların büründüğü renkleri görmenizi, yağmuru koklamanızı isterdim."


"Belki bir gün de biz size konuk oluruz?" diye yanıtladı Kelebek. "Bu topraklar daha sonbaharı tatmadı. Tarihçiler Sonsuz Karanlık dönemini yaz ile kış arasındaki sonbahar olarak tanımlasa da, ben pek hak vermiyorum onlara."

"Eh, tarihçiler her zaman haklı olmayabilir. Tarih kafa karıştırıcı olaylarla, durumlarla, mekanlarla dolu. Özellikle de Asporia ile 'tarih' kavramının ilişkisine baktığımızda bunu görüyoruz.

Asporia'nın geçmişini araştırmaya niyet eden tarihçilerin kafayı yemesine neden olan şey Asporia'nın zaman boyutundaki konumları arasındaki mantıksal tutarsızlık. Asporia tarihini başlangıcından sonuna kadar anlatarak zihninizi bulandırmak istemediğim için örnek olarak şu iki ardışık zaman konumunu vereyim: İlk konumda Asporia, üzerinde soylu bir halkın ve bu halkın içine dahil olduğu bir krallığın hüküm sürüp, kendisini ele geçirmek için başka bir boyuttan gelen karanlık güçlerle savaştığı ormanlarla dolu bir kıta, dev bir savaş alanıydı ve ben bu krallıktaki bir şövalyeydim. İkinci zaman bölgesinde ise Asporia üzerinde sadece hükümdarın, hükümdarın eşinin ve arkadaşlarının ve boyut tanrılarının dolaştığı, barış içinde ve ileri bir çağa ait bir prensliğe dönmüştü. Ve ben krallığın hizmetinde çalışan bir şövalye değil, iki boyut tanrısının oğlu ve ülkenin yöneticisiydim artık. Bu iki farklı dünya aynı yer ve ardışık zaman dilimleri içerisinde. İşte bu yüzden Asporia tarihini okumak istiyorsanız -özellikle de zaman ve mekan algınızı yöneten- mantığınızı kapıda bırakmanız gerekecek."


"Bu tıpkı bizim Ağaç'ımızın Aest on Géa'daki diğer dallarında farklı ülkeleri beslemesi gibi bir şey." dedi CamaeL. "Biz tek değiliz, hiç olmadık."
Kelebek güldü. "Gökten düştük. Olgunlaşan bir meyve gibi." "Kimse bizim ilginç hikayelere sahip olmadığımızı söyleyemez", Arleon gülerek birasını yudumladı.

"Ah evet, Asporia'dan gelen tüccarlarla ettiğimiz muhabbetler ilginç oluyor gerçekten de." diye lafa atladı J. Uzanıp adamın omzuna vurdu hafifçe yumruğuyla. "J.Roger. Papağan olan." göz kırptı. Arleon da J'ye gülümsedi, akşamın ilerleyen saatlerinde ondan alacağı bilgilerin kendisini ne kadar şaşırtacağından habersizce.

Wednesday, November 18, 2009

Ve sonra ...

Avatar olarak bir süreliğine sağda gördüğünüz resmi kullandım. Ve sonra kaldırdım.

Aslında kötü bir manipülasyon olmadı. Hatta güzel bir göz hilesi bile var. Ama fazla 'kibirli'. Bir avatar nasıl kibirli olabilir? Fazla görkemli olarak. Aslanın yüz hatlarından bile asalet akıyor. Ama ben o kadar görkemli değilim ki.

Avatar olarak kullanmayı düşündüğüm resimlerden birisi de bu soldakiydi. Ama zaten odamın duvarını süslediği için (ve yukarıdaki nedenlerden ötürü) tam Arleon'un aslan formunun gerçek hayata yansıması olan bu aslanın fotoğrafını kullanmaktan çekindim.







Bir süreliğine avatar olarak kendi fotoğrafımla yetineyim. Bu bana daha dürüstçe geliyor.

---

"Aklımda ilginç bir Asporia hikayesi var, zaman bulduğum bir ara onu yazacağım." demiştim. S'arrus'un elçisi, S'arrus'un Arleon'a gönderdiği hediyeleri götürmek için Asporia'ya geliyordu ve hikayeyi elçinin ağzından dinliyorduk (tamam, fantastik hikayeyi üçüncü şahıstan dinlemek konusunda NES/Leviathan'dan etkilenmediğimi söyleyemem), ama hikayenin asıl amacı Asporia hakkında ek bilgiler vermekti. Zaman bulunca bu hikayeyi yazacaktım. Ve sonra... sonra kaybettim. Zamanı değil, o hikayeyi yazma hevesimi. Eğer bir konu hakkında yazı yazmaya heves ediyorsam onu o an yapmam gerekiyormuş, bunu tekrar gördüm.

-----

Bugün bir arkadaşımın durumuna üzüldüm. Sınıf arkadaşım, dün (veya pazartesi gecesi işte) ağır bir grip geçirip acil servise kaldırıldığı için dünkü bir sınava girememiş. İki gözünde de geçici görme kaybı yaşamış, durumu siz düşünün. Bugün okula, işletme dersi sınavına girmek ve aldığı sağlık raporunu getirmek için okula geldi. Kızın raporunu kabul etmemişler! "Başkent Hastanesi raporu gerekiyor!" Bu yüzden kız, 'çok önemli işleri olduğu için' sınavlara bile belki arasıra giren tiplerle (*) aynı sınav notunu alacak. Böyle gerizekalılık mı olur?

Ama sonra kendimi kötü hissetmemin asıl nedeni, sınavım bittikten sonra hemen eve gitmiş olmaktı. "Keşke arkadaşımı da bekleseydim, belki o raporunu kabul ettirmek için sekreterlipe filan gideceği zaman yardımcı olurdum." düşüncesi aklıma geldiğinde servis hareket etmişti. Benim tek başıma çok faydam olmayacaktı muhtemelen, ama en azından arkadaşımı yalnız bırakmamış olacaktım. Pıfff... Umarım raporunu kabul etmişlerdir. (Trivia: Kaza geçirdiğim gün Başkent Hastanesi'ne gitmiştik, oradan rapor aldığım için sorun yaşamamıştım. Ama acile kaldırılan bir öğrencinin raporunu başka bir kuruma gitti diye kabul etmemek nasıl bir adiliktir?)

* Size şöyle bir örnek vereyim: Okula böyle arasıra gelen sınıf arkadaşlarımdan birisinin bana "İngilizce sınavı henüz yapılmadı, değil mi?" diye sorduğunu hatırlıyorum.

--

Gelecek yazı konusu (eğer hevesim geçmezse):
-Lorean/Arleon
-Asporia hakkında

Saturday, November 14, 2009

Deniz kızının dönüşü, Domuz gribiyle ilgili bildiklerim

Sağdaki aslanın konuyla ilgisi yok. Sadece geçen gün Wikipedia'nın anasayfasındayken Günün Resmi olarak seçildiğini gördüğüm bir fotoğraf. Çok hoşuma gitti. Bir ara düzenleyip avatar yapayım.

---


Bakalıım, bu hafta neler oldu.

Geçen hafta, o hafta boyunca kendimi harika hissettiğimi söylemiştim. Bu devam etti, ama bu sefer başka bir nedeni vardı. Bu pazartesi günü acayip bir plot twist yaşadım. "Geçmişte kalan insanların birden ortaya çıkmasının yasaklanması gerek." diye bir cümle kurduğumu hatırlıyorum, yıllar önce. Bunun her zaman kötü olmayacağını gördüm. Evet, başlangıçta gerçekten sarsıcıydı, ama şimdi Tanrı'ya bunun için minnetarım, normalde olduğumdan daha fazla.

Artık Across the Universe'deki I Want To Hold Your Hand'i, I Want You'yu, Don't Let Me Down'ı ve All You Need Is Love'ı dinlerken hissettiklerim değişti.

---

Bu aralar oldukça meşgulüm. Eğer beş yıl önce (ben Asporia: Gizli Tehdit'i yaparken filan) biri bana gelip bir gün AGS oyunu yapmak için ODTÜ'ye gideceğimi, önceden ilgimi çekmiş olan bir projeye katkıda bulunacağımı söyleyeseydi gülerdim. Donald Trump'ın Büyük Düşün kitabını okuduktan sonra severek yaptığım işin beni sadece daha mutlu değil ama daha başarılı kılacağına ikna oldum.

Pazartesi günü Elektronik Devreler sınavım var. Elektrik ve elektronik favori konum değil, ama hayır, hayvan gibi çalışıp bu dersi tek seferde geçmek hedefim. Geçen dönemki başarısızlığımın tekrar etmesine izin vermeyeceğim.

Aklımda ilginç bir Asporia hikayesi var, zaman bulduğum bir ara onu yazacağım.
---

DeviantArt'ta Karil'in çalışmalarını fav'lamaktan ben yoruldum, Karil o fotoğrafları çekmekten yorulmadı. Böyle fotoğrafları gördükçe içim gidiyor.

----

Domuz gribiyle ilgili bildiklerim

Tamam, bu yazıyı daha önceden yazmam gerekirdi. "Uzunca bir yazı yazdığım bir ara bunları da eklerim." demiştim, ama sanırım bu bilgileri ne kadar erkenden paylaşsam o kadar iyi olacaktı.

Domuz gribi, kamuoyunun düşündüğünden çok daha fazla yayılmış, ama daha az tehlikeli bir hastalıkmış. Hastalığı tehlikeli kılan şey, bağışıklık sisteminizi zayıflatması ve siz gripken geçireceğiniz ikinci bir hastalığın bu yüzden ciddileşebilecek olması. Mevsimsel gripler henüz başlamamış (veya son bir-iki günde başlamış olabilir), eğer bu son birkaç hafta önce grip geçirmişseniz bu büyük ihtimalle zaten domuz gribiymiş.

Sağlık Bakanlığı bu yaygın haberleri esnasında aşırı miktarda domuz gribi aşısı satın almış, elindeki stokları eritmek istiyormuş. Fena olan şey, bu aşının ilk uygulandığı ülkelerde aşıya yan etkilerinden dolayı çeşitli davalar açılmış olmasıymış. Size şöyle söyleyeyim, ablamın çalıştığı departmandaki -kendisi de dahil- dokuz doktordan sadece birisi o aşıyı vurdurmayı istemiş; dahası, o aşıyı vurdurmayacaklarına dair bir belge imzalamışlar.

Haklısınız, bu bilgileri ilk edindiğim zaman paylaşmam daha faydalı olacaktı.

Thursday, November 12, 2009

Friday, November 6, 2009

Breakthru

Bu hafta boyunca (pazar akşamından beri, tam olarak) dışarıya neredeyse hiç yansıtmamış olsam da kendimi genel olarak harika hissettim. Neşeli ve huzurluyum, sadece işlerim iyi gittiği için değil ama başka şeyler için de.

Son haftalarda ders aralarında çizdiklerim.





Bu papyonlu kedinin bir esprisi yok. Sadece aklıma gelen bir çizgifilm sahnesi.





Bu da bir harlequin. Fena olmadı gibi.


Bu cuma ve haftasonu CoolBlueFiles.Net'i hazır hale getirmekle meşgul olacağım.

Tuesday, November 3, 2009

Saturday, October 31, 2009

Vorlak

Bakalıım, neler olmuş.

Biraz önce arkadaşlarımla beraberdim, oldukça güzel vakit geçirdim (sağdaki fotoğrafı çeken Neox). Geçen günkü nargile de güzeldi. Oyungezer forumları ile olan ilişkimi uzun bir süre önce kesmiş olmam arkadaşlarımla görüşmeyeceğim veya dergiyi de almayı bırakacağım anlamına gelmez.

Arkadaşlarımın yanındayken kendimi olmak istediğim kişi gibi hissediyorum.

Geçen gün staj mülakatında yaşadığım (daha doğrusu çok sık bir şekilde yaşadığım, mülakatta tekrar yaşadığım) sıkıntı kendimi kendim gibi hissedememem. Bazen kendimi başarısız, bilgisiz, yeteneksiz ve çirkin bir insanmışım gibi hissediyorum ve aynaya bakmak bile beni rahatlatmıyor, sanki aynadaki ben değilmişim gibi. Eskiden bana ben öyleymişim gibi davranan, beni öyle hissettiren insanlarla artık ilişkim kalmamış olmasına rağmen kendime olan güvenimi tamamen oturtamadım henüz, görünüşe göre. Yoksa insanlarla kurduğum iletişimim daha iyi bir noktaya gelebilirdi.

Geçen haftalarda okul pikniğine gitmeden önce çekilecek yeni fotoğraflara yer kalması için dijital fotoğraf makinemdeki resimleri sildim, ama bazı resimlerin yedeğini almayı veya onları koruma altına almayı unutmuşum. Ablam ve Ezgi'yle doğumgünümde çektiğim resimler de arada gitmiş, içime oturdu.

Kedigiller Ankara'ya geldiği zaman Anıtkabir'de çektiğimiz fotoğraflardan birisi.

--

Bir de geçen hafta Ahmet's AGS Fight Game'in 2009 sürümünü çıkarmıştım, kaza yaptıktan sonra ondan bahsetmeyi unuttum. Yayınladığım şeyin önemli olan kısmı kaynak kodları, ama eğer kaynak kodunu yayınladığım oyunun nasıl bir şey olduğunu merak ediyorsanız oyunun derlenmiş hali burada.

--


Geçen gün Thales'in blogunda şu yukarıdaki görseli gördükten sonra aklıma bir espri geldi: "Bnlar ne yhaa! Turqche konu$" söylemi, gotik alfabesi ve ilanda görülen insanın yüzüne yapılacak komik bir makyajla bir ilan hazırlamak. O kadar kötü bir espri değil ("Aslında fena bir espri değil ama niye kimse gülmedi anlamadım"), ama sonra sadece "Turqche konu$"u yazarken bile içim cız etti. Cız! Çıkan ses buydu.

--

"Gord10" nick'inden nefret ediyorum. Ama bu nick'i o kadar uzun bir süre kullandım ki (o zamanlarda bile bu nick'i kullanma nedenim aynıydı, komik) insanlar beni bu isimle tanıdı, hatırlamaya alıştı. Lorean'ı tercih ederdim. Arleon'u değil, çünkü kendimi nadiren Arleon nickine layık hissediyorum. Olmak istediğim kişi gözümde o kadar büyük bir değere sahip ki o nick'e sahip olup da sadece sıradan, basit insanların yapması gereken şeyleri yapmak bana bir forumda Atatürk avatarına sahip bir üyenin bozuk bir Türkçeyle trollük yapması gibi absürt görünüyor. (tamam, bu ikinci durum çok daha absürt, ama ne demek istediğimi anlamış olmalısınız)


----

Bu da Life of Brian adlı filmin sonu. Hayır, filmin sonunu bilmek filmden alacağınız zevki azaltmayacak (belki Hıristiyan inancında Hz. İsa'nın çarmıha gerildiğini bilmiyorsanız o zaman spoiler olabilir) ("Uff, oğlum, The Passion of the Christ'ın sonunda İsa çarmıha geriliyormuş!"), içiniz rahat olsun. (İngilizce altyazılar olmadan ne dediklerininin bir kısmını anlayamadığımı itiraf etmeliyim)



Bir de embedding'i kapalı olan şu video var, Ragnor'un bugün bahsettiği Robot Chicken'ın Star Wars bölümü gerçekten çok güzelmiş.

Friday, October 23, 2009

There's innocence torn from its maker
And stillborn, the trust in you
I have lost all trust I had in you
This failure has made the creator
So would you tell him what to do?
I have lost all trust I had in you

Thursday, October 22, 2009

Kaza

Öncelikle şunu söyleyeyim, sağlık durumum iyi. Ayak bileğimde sıyrık var, o kadar. Bu kaza çok daha kötü bir şekilde de sonuçlanabilirdi.

Bu sabah bana araba çarptı.

Sabah okulun semt servisine ulaşmam için özellikle o saatte arabaların vızır vızır geçtiği bir caddeyi geçmem gerek (aslında daha güvenli ama uzun bir yol var, artık orayı kullanmaya başlasam fena olmayacak gibi). Uykusuzdum, sabah laboratuarına yetişeceğim diye dikkatsiz davranıp yolu hızla geçmeye kalktım. Hızla hareket ederken yolun ortasında dengemi kaybetip devrildim, bu bana çok önemli birkaç saniye kaybettirdi. Kalktığımda bir araba hızla üzerime geliyordu, arabanın yönünü değiştirmeyeceğini varsayarak ileriye, geçmem gereken kaldırımın yönüne doğru bir adım attım. Arabayı süren kişi varsaydığım gibi davranmayıp aracı sağa kırdı (yani tam benim hamle yaptığım yeri engelleyecek şekilde), bunu fark ettiğim an hemen tekrar geriye çekildim ve o araç bana temas etmeden yanımdan hızla geçti. Yapmam gereken şeyin o cadde üzerinde daha fazla vakit kaybetmeden kaldırıma geçmek olduğunu düşündüm ve kaldırıma doğru atıldım. Aklıma Yaya Tehlikede gelmişti.

İkinci bir araba daha üzerime geliyordu. Araba yavaşladığı ve ben hemen ileriye atladığım için ikinci arabayla olan temasım, arabanın dikiz aynasının sağ koluma çarpmasıyla sınırlıydı. Çarpış sert değildi, ama bu beni devirmeye yetti.

Devrildiğim nokta zaten kaldırıma o kadar uzak olmadığı için devrildiğim yerden kaldırıma zıplamak (aslında "zıplamak" yerine daha epik bir kelime kullanabilirim) çok zor olmadı. Kaldırıma düştükten sonra ("kondum" diyemem, nasıl bir zıplayış olduğunu hayal edin) ilk yaptığım şey nefes almak için kaldırımın kenarına oturmak oldu ("kaldırımın kenarı" dediğim tabi ki araba yolu kenarı değil, öbür kenarda oturulacak yer var).

Bütün bu anlattıklarım çok kısa bir süre içerisinde gerçekleşti.

Oturduğum yerde etrafımda bir kalabalığın oluşması uzun sürmedi. Bana nasıl olduğumu, acı duyup duymadığımı filan sordular işte. Tuhaf olan şey, arabanın bana çarptığı kısım (sağ kolum ve torsomun sağ kısmı) çok az ağrırken sol ayak bileğimin sağ tarafının yaralanmış olmasıydı. Sadece orası acıyordu, ama beni yürümekten veya ayağımı hissetmekten alıkoyacak bir yara değildi. Ne olur ne olmaz diye ambulans çağırdılar, bense buna gerek olmadığını, okulda lab'a girip ödevimi teslim ettikten sonra hastaneye kendim kontrole gideceğimi söylesem de kamuoyu böyle düşünmüyordu (heh).

Komik/trajikomik olan şey, oradaki insanlar benim o kazanın heyecanı içinde şok veya epilepsi nöbeti filan geçirdiğimi sandılar, çünkü ben normalde yabancı insanlarla (hatta bazen arkadaşlarımla) konuşurken o kadar heyecanlanıyorum, cümle kurmakta zorlanıyorum ki... Normal konuşmamın zaten o şekilde olduğuna, nöbet filan geçirmediğime onları ikna etmede zorlandım.

Ambulans uzun süre gelmeyince sonra bana çarpan arabanın sürücüsü ve servis yerinde bekleyen öğrencilerden birisi olan komşumun çocuğuyla beraber Başkent Hastanesi'ne gittik (itiraf etmeliyim, aynı okula gittiğimiz komşumu bugüne kadar pek sevmezdim, onunla hiç muhabbetimiz yoktu, ama benim için kendi dersinden oldu ve hastanede benimle o kadar ilgilendi ki ona epey borçlu kaldım).

Acilde ayak bileğimi incelediler, bileğin filmini ve benim EKG'mi çektiler, alkollü olup olmadığımı ölçtüler (%0.0 promilli çıktım, uzun bir süredir içmemiştim). Kırık, ezilme benzeri ciddi bir yaramın olmadığını gördükten sonra rapor alıp okula gittik (sürücü, benimle komşumu okula bıraktı). Doğrusunu söylemek gerekirse "Hii, yaralandım, hastayım, bu yüzden derslerden uzak kalmalıyım" düşüncesini rahatsız edici buluyorum, eskiden zaten yeteri kadar çalışmalarımdan geri bıraktı beni bu.

Ayak bileğimdeki yaranın nasıl gerçekleştiğini tam olarak anlayabilmiş değilim hâlen. O birkaç saniyelik aksiyonda adrenalim o kadar yükselmiş ki o yaranın ne zaman gerçekleştiğini fark ettirebilecek herhangi bir acı hissetmedim. Etrafımda toplanan insanların ve sınıf arkadaşlarımın teorisi bileğimin araba tarafından ezilmesi, ama çantamın içindeki güneş gözlüğümün sert metal kabının yamulduğunu, bildiğiniz şaftının kaydığını görünce (ufak bir alan üzerindeki tekerlek izi de ne olduğunu açıklıyor) tekerleğin bileğime sadece çarpığını/sıyırdığını düşünmeye başladım; o gözlük kabını o hale getiren ezilme bileğimi bu kadar sağlam bırakmazdı. O kaldırıma atladıktan sonra kaldırıma düşerek konmanın (sert bir düşüştü, ama caddenin o konumunda devrildikten sonra oraya o şekilde o kadar hızlı nasıl atlamayı başardığıma hayret ettim) sonucu olarak o yara oluşmuş olamaz çünkü hem o yaralı kısmın yere değmediğine, hem de o kadar geniş bir yaranın düşüş sonucu oluşamayacağına eminim.

Cesaretin getirdiği aptallık beni öldürüyordu.

"Geçmiş olsun" yorumlarınız için şimdiden herkese teşekkürler.

Sunday, October 18, 2009

Ateş

Bir süredir, bugün Ace'nin blogunda okuduklarımı hissediyorum: Yazmayı, konuşmayı istemek ama ne yazacağını bilmemek. Yapılması gereken şey ne yazacağımızı bilmediğimizi yazmak, sessizliğe karşı kazanılan zaferin ilk adımı bu.

Geçen neden mutlu olduğumu anlatayım (ne de olsa yeteri kadar kişiye anlattım), bu sömestırda staj yapmak istediğim yerin aradığı stajyer pozisyonlarından birisinin iyi derecede AGS bilgisi gerektirdiğini fark ettim. Temel düzeyde İngilizce ve programlama bilgisi de gerekiyor, danışman hocama transkriptimi firmaya yollama imkanım olup olmayacağını soracağım.

Şu an üzerinde çalıştığım şey, yıllar önce yaptığım Ahmet's Fight Game'i AGS'nin yeni sürümü için en baştan yapmak. Lisede yazdığım dandik kodları kullanmak istemiyorum, şimdi eskisinden çok daha gelişmiş bir oyun var elimde (bir de o eski kodların webte bulunmuyor olması, benim onları kaybetmiş olmam gibi ufak bir ayrıntı da söz konusu, eheh). Ayrıca o yeni versiyonu geliştirmem için epey bir talep gözlemledim (bir de ismimi doğru yazsalar... adım Akhmet veya Ahmed değil), bunu yapmak için geç bile kaldım sanırım.

---

Geçen gün yine AGS Community'de Onehour Competition'ı host ettim (uygun Türkçe kelime aklıma geldi), çünkü geçen haftanın kazananı ben olmuştum (evet, o kazandığım hafta da zaten inanılmaz bir mücadele sonucunda kazanılmış bir zaferdi (!)) . Oldukça eğlenceli (ve bence başarılı) geçti, çünkü benim belirlediğim temaya uygun epey katılım oldu.

----

Son haftalar psikiyatrik durumum pek iyi sayılmaz. Bu haftanın sonlarında kendimi fena hissetmedim, çünkü çalışmak için motivasyonum epey yüksekti, ama son haftalarda çok basit bir şey kendimi iyi hissetmemi zorlaştırıyor (hayır, okulla ilgili veya bloga yazılacak şey değil).

Kendimi tekrar öfkeli hissetmeye başlıyorum. "Kendini sınırlandıran tek şey kendin ve salaklıkların!" cümlesini kafamdan atamıyorum. Bir cilt doktoruna gitmeye daha başlamadığım için kendime kızmaya başlıyorum, çünkü yüzüm bu kadar sivilceli olmasaydı ancak o zaman gerçekten yakışıklı olabileceğime ve şu ankinden daha fazla kişinin benimle beraber olmak isteyeceğine inanıyorum. Önceki ders döneminde gereksiz şeylerin beni üzmesine izin vermeyip kendimi salmasaydım yaşıtlarımdan geride kalmayacağımı ... Ama ironik olan, bunu düşünürken aslında yine gereksiz şeylerin beni üzmesine izin vermiş oluyorum. Arkadaşlarımla konuşurken sesimin incelmesinden, kekelemekten nefret ediyorum; kendimi tanıdığım karizmatik insanlarla kıyaslamaktan, onların ne kadar akıcı konuşabildiğini düşünmekten alamıyorum. "Çok daha fazlası olabilirdim!"

Bu beni korkutuyor, çünkü diğer insanlara çok basit gelecek bir şeyi elde edememiş olmak beni eski halime benzetebiliyorsa o zaman ne kadar iyileşmişim ben?

Hayır... Eğer çalışmalarım aksarsa veya insanlarla olan ilişkilerimi kötüleştirecek (aklımdan geçen düşünceleri söylemek gibi) bir şey yaparsam işte o zaman yenilirim. Bu bir ateş, ama artık beni değil, önümdeki engelleri yakacak.

Thursday, October 15, 2009

Mutluluktan havalara uçmak...

Alınan verileri başkalarıyla paylaşmaktan bile korkmak, gerçekleşmesi kesinleşmemiş bu olayı engeller belki diye...

Sunday, October 11, 2009

Here comes the pun, doo doo doo doo; Mogan revisited

Geçen gün yine bir "1 saat içinde AGS oyunu yapma" yarışmasına katıldım. Yaptığım oyunu burada yayınlamayacağım, çünkü aşırı dandik (Study Hard bence One Hour Comp için fena değildi, dandikliğine rağmen, ama bu haftaki gerçekten dandik. Komik olan, bu haftaki temaya benim dışında sadece bir kişi daha katıldı ve onun yayınladığı şey o kadar basit ve konuyla alakasız ki bu haftanın kazananı ben olacağım). Ama o oyun için çizdiğim resim fena olmadı. Kedinin ellerinden pek memnun değilim, bu çalışmayı belki sonra geliştiririm.

----

Order of the Stick'in birkaç gün önce yayınlanan bu bölümü çok hoşuma gitti. İğrenç espri sanatının güzel örneklerini görüyoruz (evet, iğrenç espri yapmak bir sanattır).

----




Bir hafta önce Aslı'ya "Lüsid rüyaları epey ileri bir seviyeye getirmişsin, gördüğün rüyanın bilinçaltından gelen bir yansıma olduğunun farkına rüyanın içinde varıp onu yorumlamaya çalıştığına göre.. :P" demiştim. Geçen gece aynı durumu ben yaşadım, hem de daha ileri bir seviyede: Aslı'nın o hafta gördüğünü söylediği rüyanın bir kısmının neredeyse aynısını (hepsi değil, sadece bir tanesi düştü) gördüm ve rüyamın içinde düşündüğüm şey de tam olarak "Aslı'nın rüyasının aynısını görüyorum, bu rüya şu anlama geliyordu!"ydu. Ona geçen hafta "Ben rüyalara bilinçaltımıza ışık tuttukları için değer veriyorum , hatta rüyanın o kısmını görmen senin çocukken okuduğun o rüya tabirinin sonucu bile olabilir" demiştim, sanırım bu rüyamı görmemde geçen haftaki konuşmanın etkisi vardı, zira rüyamın ikinci teması da onun rüyasıyla aynıydı.

--


Biraz önce sınıf arkadaşlarımla yaptığımız piknikten geldim. Geçenki piknikte gittiğimiz aynı yere, Mogan Gölü'ne gittik. Geçen piknik kadar eğlenceli değildi (bu pikniğe gelmesini istediğim iki arkadaşım vardı, bizi çok neşelendiriyorlardı, onların yokluğunu hissettik) (bi de okusalar "Şimdi bize şebek mi demek istiyorsun?" esprisini yaparlardı, eheh), geçen piknikten dönerken gülmekten karnımız ağrımıştı (bir de piknik tamamlandığına göre "Geçen sefer gülerek döndük, bu sefer ağlayarak dönmeyiz inşallah" esprisini yapabilirim) . Ahah, yok, piknik güzeldi yine de.




Cilt doktoruna gitmeye üşenmesem fena olmayacak gibi.


Grafikleri de güzeldi, çektiğim ekran görüntülerini buraya upload ettim. (dA için bence fazla basittiler, ama yayınlamayı isteyeceğim kadar güzeller). Bir de Emre'yle dolaşırken çok güzel bir ateş sprite'ı gördük, etkileyici bir görsele sahipti. Ama o sırada yanımda fotoğraf makinem olmadığı için resmini çekemedim.

Thursday, October 8, 2009

Study Hard

3'üncü sınıfın ilk iki haftası güzel geçti.

----

Geçenlerde "Acaba benim şu beğenilen Stargazers'ım hiç internette başka bir yerde yayınlanmış mıdır" diye merak edip arattım, burada kullanılmış ("Have a nice weekend my friend"i sayfada aratın, daha kolay bulursunuz). Deviantlar bu izinsiz kullanım durumlarında genellikle sinirlenirler, çalışmalarının kaldırılması için çalışırlar, vesaire; ama bu beni mutlu etti. Kullandığım stok fotoğrafları da bana olsaydı sanırım yine kızmazdım, çünkü kimse o çalışmanın kendisine ait olduğunu iddia etmemiş veya eser üzerinden para kazanmamış. Eğer birileri "Have a nice weekend my friend" kartpostalı niyetine arkadaşlarına benim çalışmamı gönderiyorsa bence bu sanatçı olarak başarılı olduğumu gösterir.

---

Geçen hafta AGS'deki bir oyun yapımı yarışmasına katıldım; 1 saat içerisinde belli bir tema üzerine oyun yapma. Tema Studying'di, benim çalışmam Study Hard da işte burada. Birinci olmayı başaramasam da oy ve pozitif yorum toplamayı başardım.

Study Hard çok kısa bir oyun, grafikleri Photoshop'ta düzenlemek de onları kağıda çizdiğimden daha uzun bir zaman aldı (hatta görsel bir hatayı sonradan fark ettim, ama sonra düzenlemek de istemedim. İlk yayınlanan halini sunmak istiyorum). Evet, toplam bir saatte öyle oyunlar yapılabiliyor.

--

Geçenki Bale ve Joker videom YouTube'da 1/5 notuna sahip. Teknik olarak çok başarılı olmasa da bence yine de komik bir şey yapmıştım. Bence o video bu montemden daha komikti.

--


Büyük ölçekli bir projenin başlangıcında düzgün bir tasarım yapmamak ileride olumsuz sonuçlar doğuruyor.

Tasarımın önemini cümle kurarken bile görüyorum. Aklınızda sadece uzun bir cümleyle ifade edilebilecek kadar karmaşık ve uzun bir düşünce vardır. Eğer herhangi bir cümle tasarımı uygulamadan aklınıza gelen ilk kelimelerle paldır küldür cümleye başlarsanız cümlenizin devamında elinizin silgiye, backspace'e gitmesi kaçınılmaz olacaktır. Zamanınızın büyük kısmını cümlelerin öğelerinin yerlerinin değiştirilmesine harcadığınızı fark edersiniz.

Battle Royale RPG'mde de bunu gördüm, bottom-up bir yaklaşımla oyuna başladığım için oyunun kodları o kadar karışık bir hale geldi ki artık oyun üzerinde "Bitse de emeğim boşa gitmese" diye çalışmaya başladım. Bu ayın sonuna kadar onu oynanabilir bir hale getirmek (şu an aslında oynanabilir, ama tam bir oyun olmak için eksikleri var) niyetindeyim, bu dönem sonunda ATOM'da staj yapmak ve CV'me de bu oyunu koymak istiyorum çünkü (bu yaz hiçbir yerde staj yapamamış olmak içime çok oturuyor).

Daha bu iki haftada bile Nesne Yönelimli Programlama dersinde öğretilenler bana ilk başta nefis bir tasarım yapmış olabileceğimi gösteriyor, ama şu anda hazırladığım sistem o kadar karmaşıklaştı ki kör şeytan "Şu ana kadar yazdığın her şey sadece birer tecrübe olsun, her şeyi baştan ve düzgünce yap" diyor, ama bir ay içinde de şu ana kadar geldiğim noktaya gelmem imkansız. Bu ay içinde bu yarattığım canavarla mücadele etmem en mantıklısı, Reverie River: Self beni ne kadar heyecanlandırsa da. (2004 yapımı Asporia: Gizli Tehdit bile RR oyunlarından daha çok mühendislik içeriyordu. RR'larda kendimi film yönetiyor gibi hissediyorum.)

---

Defterimdeki çizimlerden sevdiklerimi yayınlayım.



Heyecanlı bir kedi




Elfimsi bir kız. İlk çizdiğim resim (yüz hatları, saçları ve gözleri vardı) harika olmuştu, sonra yanağının eğimini ufak bir şekilde değiştirmek istedim ama daha kötü oldu. Sonra o kötü olan yeri silmeye çalışınca kirli silgi kızın yüzünü mahvetti. Kirlenen yerleri de sildiğimde resmin en güzel parçaları silinmiş-kirlenmişti. Aynısını tekrar tekrar çizmeye çalıştım, ama anca bir üstteki kadar güzel oldu.


Arleon'umsu bir figür. Alttakinin maskesi çok hoşuma gitti.


@Adra: O kaynak kodları derlemeyi bir türlü başaramadım. Irrlicht'in kendi örneklerinden çok farklı kodlarla yazılmış, Irrlicht örneklerini VC++'da derlemekte sorun yaşamazken bunda anlamadığım hatalarla karşılaşıyorum. Kaynak koddaki kod parçalarını veya kütüphaneleri kendi yarattığım Irrlicht projelerine veya örneklerine eklemeye çalışınca derleme işlemi hata vermeye başlıyor. Sadece algoritmayı taklit edebilmek için bile sadece o uzay ekranına gelene kadar sayfalarca kodun çevrilmesi gerekiyor, bu kadar zor olacağını tahmin etmemiştim.

@Thλles: O gif'i yapmayı başardım. Hareketsiz durumu, animasyon ve başlangıç frame'inin 4 saniye görünüp sonra animasyona geçtiği bu versiyon. Bu 4 saniyeyi değiştirebilirim.

Wednesday, October 7, 2009

"hatice ile savaşmaya hazırmısın?"

Bugün böyle bir mail aldım.

Dünyanın en büyük macerasına hazırmısın ?

Arkadaşınız Eda size bir öneri gönderdi.

Eski hayali bir dünyaya yolculuk.
3 Irkdan birini seçin savaşın ev yapın aile kurun hayvanları evcilleştirin ve dahası.

Birinci gelene 20.000 bin euro para ödülü.

Eda ile savaşmaya yada onun ırkına geçmeye hazırmısın ?



"Eda ile savaşmaya ya da onun ırkına geçmeye hazır mısın ?" Bilinçaltı reklamcılık? Hadi Arkadaşım Eda'yı anladım (gerçi Eda diye bir insanla arkadaş olduğumu hatırlamıyorum ama neyse), peki hatice kim?

Ama para ödülü iyiymiş, 20.000 bin, yani 20 milyon euro.

İkinci bir mail daha var, başlığı Ekleme talebi.

Ejderhalarla Savaşmaya Hazırmısınız ?

Arkadaşınız Aysel size bir öneri gönderdi.

Kurulum olmadan internet üzerinden arkadaşlarınızla dövüşün savaşa katılın.

Birinci gelen üyeye 10.000 euro para ödülü.


Aysel ile savaşmaya hazırmısın ?

Cinsiyetini seç kayıt ol savaşa başla.


Bu oyuna kaydolmadım, çünkü para ödülü düşükmüş. Ayrıca bunda Ejderha Aysel ile savaşmam gerekiyor (anladığım kadarıyla Aysel bir ejderhaymış), sanırım hatice'den daha zorlu bir düşmandır.

Monday, October 5, 2009

Innuendo

Monday, September 28, 2009

Why so serious?



Evet, o olaydan hemen sonra bu esprinin yapılması kaçınılmazdı, maalesef Bale vs Joker esprisi YouTube'da önceden yapılmış. Montajım teknik olarak pek başarılı olmadı (gerçek ses kaydı ile videoyu senkronize etmek oldukça zordu) ama yine de idare eder sanırım.

Sunday, September 27, 2009

Keşifler ve geyik

DeviantArt'a koymaya çekindiğim bir çalışmam. Yine Source motoru için yaptığım haritadan ekran görüntüsünü C64 renk paletine göre düzenledim. Riverie River'da Where Light Doesn't Touch diye bir bölüm yer almayacak (büyük ihtimalle), bunu öylesine yaptım. Crimm's Son dışında bu grafik tarzını kullanan bir bölüm hazırlamayı planlamıyorum.

(Evet, oradaki ev Crimm's Son'daki evle aynı)

----

Son keşiflerimden birisi Balance of Power: 21th Century isimli oyun oldu. Oyuna başlamak ve oyunun nasıl oynanacağını kavramak oldukça basit (sadece siteye giriyorsunuz ve oyun ekranı yeni bir pencerede açılıyor), zor olan şey oyunda başarılı olmak.

MarvIndie'den alıntı:
Usta oyun geliştirici Chris Crawford'tan yeni bir oyun, Balance of Power: 21th Century. Aslında 1985'te çıkan ve inanılmaz bir başarı sağlayan Balance of Power'ın devam oyunu diyebiliriz. İlk oyunda soğuk savaş döneminde ABD'nin başına geçiyorduk. Şimdi ki oyunda ise 11 Eylül olayları sonrası ABD'nin başına geçiyoruz.

Buraya kadar herşey klişe gözükebilir ama Chris Crawford için usta derken öylesine konuşmuyordum. Yaptığı oyunların hepsi derinlikli ve ciddi oyunlardır, karşınızdaki oyun size klişe bir konudan çok daha fazlasını sunuyor inanın. Eğer ciddi stratejilerden hoşlanıyorsanız, ya da en azından oyunların sanat olabileceğine inanan ve bu konuda çalışan bir ustanın oyununu merak ettiyseniz kesinlikle deneyin, pişman olmayacaksınız.




Üstünde çalışılabilecek hedefler listesine göz attım, İsrail'in Gaza Strip'i boşaltması bana ilginç geldi ve İsrail'den bunu yapmasını alçakgönüllülükle istedim. Kabul etmedi. Bunun üzerine İsrail'e nükleer bomba attım. Çin, Avrupa Birliği, Hindistan, İran, Irak, Kuzey Kore, Filistin, Pakistan, Rusya beni nefretle kınadı, Kuzey Kore bana sansür uyguladı, teröristler Los Angeles'ın su şebekesini zehirledi ve bütün bunlar benim istifa etmeme neden oldu. Ama İsrail, Gaza Strip'i boşalttı!


Bir de oyunda böyle bir şey olmasını hayal ettim (bu sefer İran'a nükleer bomba atmıştım).









----

Son keşiflerimden (daha doğrusu ablamın keşfi) birisi Leverage adlı dizi. Sadece ilk bölümünü tamamen izledim, diğer bölümlerini ablamla beraber izlemek için saklıyorum, o izlediğimiz ilk bölümü oldukça beğendiğimizi söylemeliyim.

"Leverage follows a five-person team of thieves, computer experts and con artists, headed up by former insurance investigator Nate Ford, who use their skills to right corporate and governmental injustices inflicted on common citizens."

Dizinin en sevdiğim yanı karakterleri. Resimde pek belli olmuyor ama karizmatik ve sevimliler; özellikle de uzmanlık alanı silahlı kalabalık düşmanları etkisiz hale getirmek olan Eliot Spencer ve bana Order of the Stick'teki Haley'i hatırlatan Parker. Alec Hardison karakterini de ben olsaydım Die Hard'daki limuzin sürücüsü ve hacker terörist zenciler gibi Şabanlaştırırdım iyice (Die Hard'daki o iki Şaban zenci süperdi ya).

----


Geçen haftalarda Ben There, Dan That! ile Time Gentlemen, Please! 'i oynamıştım, ama burada bahsetmeyi unutmuşum.

Ben There, Dan That! ücretsiz olarak dağıtılıyor, devam oyunu Time Gentlemen, Please! de 5 dolar. Ücretsiz olanın ilk oyun olması iyi bir durum.

Ben There, Dan That'i ikinci oyundan çok daha fazla sevdiğimi söylemeliyim. İkinci oyun daha karmaşık bir hikaye, zorlayıcı bulmacalar ve uzun oyun süresi sunduğu için adventure oyunu ihtiyacını iyi bir şekilde karşılasa da ilk oyun kadar komik esprilere sahip ve eğlendirici değil.

Bir eser hakkında "Cidden çok komik espriler var, gülmekten yerlere yattım" şeklinde söz etmek mizahî başarısını etkili bir şekilde yansıtmasa da Ben There, Dan That'i başka nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Eğer oyunu oynayacaksanız hikayesini önceden öğrenmeyin, her şeyi oyun sırasında öğrenmek en zevklisi (Ve şunu önceden söylememde sakınca yoktur: Oyunun ilk sahnesinde afallıyorsunuz, "Acaba serinin önceki bir oyununu mu kaçırdım?" veya "Yanlış oyundan mı başladım?" diye, ama sonra hikaye sizi sarıyor). BTDT, parodileştirdiği adventure oyunları klişelerini başarılı bir şekilde kullanan, adventure oyunlarını az da olsa seven kişilerin denemesi gereken bir oyun.

(bir de oyunun başlarında Ben'in veya Dan'in odasındaki (hangisinin odasıydı, unuttum) kitapları ve oyunun sonlarında bütün insanların Yang sayesinde süper güçlere ulaştığı evrendeki müzedeki kapalı mağaza satılan eşyaların listesini inceleyin, güzel bir espriyi kaçırmayın)

---

Dün Ace, Christian Bale'ın bir keresinde film setinde oldukça romantik bir sahnenin çekimi sırasında arkalarından geçen bir ışıkçıyı azarladığından bahsetmişti (sonra o ses kaydını buldum, işte burada). Sonra aklıma Batman filmi çekimi sırasında, Batman'in Gotham halkını kurtardıktan sonra insan sevgisi ve adaletle ilgili bir konuşma yaptığı bir sahnenin kesiminde Bale'ın Batman kostümü içerisinde set ekibini azarladığı bir sahne geldi.

---

Kostüm demişken, geçen gün bindiğim bir taksinin telsizinden, başka bir taksicinin yaptığı şu anonsu duydum: "Ben kostümümü değiştirip geliyorum."


Bu arada ne demek "Tatil bitti!"??!

Saturday, September 26, 2009



Oyungezer forumlarını bırakalı uzun bir zaman geçmiş olsa da bugünkü Ankara buluşmasına edildiğim daveti geri çeviremedim. İyi ki gitmişim, oldukça güzel bir vakit geçirdim.

Kafamda bir dolu düşünce var, sonra onları toparladığım zaman yazarım belki.

Friday, September 25, 2009

Mimik

Ayna-i Marzî tarafından mimlendim. Sevdiğimiz eşyaları paylaşacağız, fotoğrafları da olursa çok güzel olacak.

Gerçi ben abartıp eşyalardan birisini videoya aldım.

Ablamın hediye ettiği kolye









Büyük olan, ablamın bana hediyesiydi. Küçük olanı da bir vinçli hediye makinasından kazandım.



Sınıf arkadaşım Pı'dan aldığım doğumgünü hediyesi.


Bir takım kitaplar, çizgiromanlar, mektuplar.


En sevdiğim kupalarım.



Bu aslan figürünün başka bir versiyonu da Oyungezer dergisinin ofisinde hediye gelen eşyalar arasında. O figürün farkı, aslanın değişik bir pozda olup içinde ufak bir dinleme cihazı bulunması.